5.09.2021

Fragmanlar – 3

İnsanın kendini görmesinde ve kendini özne olarak “kurmasında” şüphesiz ki ötekinin ona yüklediği anlam da önemli. Fakat bunu bir kenara bırakarak yazmak istiyorum bu kez. Önce tanık olduğum veya kurguladığım bir olayı anlatmak, daha sonra da bu olay veya bu “kurgu” üzerine kısa süren düşünme etkinliğimin sonuçlarını paylaşmak niyetindeyim. Bu olayda X seyyar satıcı, Y bir insan, Z ise Y’nin olaya tanık olan arkadaşları. Y ve Z yolda meyve satan X’i görürler. Y, X’ten bir tane muz almak ister. Muhtemelen adet cinsinden muz satmayan X bu şekilde bir satışı kabul eder. Daha sonra Y yanında muz alacak para olmadığını fark eder ve muzu almaktan vazgeçer. Ancak X muzu alması konusunda ısrarcı olur ve para istemediğini belirtir: Karşılığında Y’nin onun için dua etmesini ister. Y buna anlam veremez ve Z’ye yanında parası olup olmadığını sorar. Z’nin yanında parası vardır ve bu parayı Y’ye verir. Daha sonra para verilir, bir yerine iki muz alınır (kuvvetle muhtemel ki Y talep etmiş olsa X üç veya dört muz vermekten de çekinmez). Bunun üzerine daha sonra Z ile yoluna devam eden Y duruma çok şaşırır; çünkü X’in bu tutumu, yani muzu bedavaya verebilecek olması Y’nin kafasını karıştırır. Y, banka sektöründe yıllardır çalışmaktadır ve X’ten çok daha fazla kazandığı halde insanlarla paylaşmaktan çekinen birçok kişinin varlığına yakından tanık olmuştur. Böyle insanların bu durumda olmaması gerektiğini düşünür. Elbette X ve Y üzerine birçok soru sorulabilir. Yine de benim bu kısa yazıda odaklanmak istediğim “insanlık hali” şeklinde kavramsallaştırabileceğim bir nokta. Şimdi kendime bunun gerçekten şaşırılabilecek bir şey olup olmadığını soruyorum. Evet, şaşırılabilir. Ancak bu şaşırma tam da birbirini tam olarak dışarıda bırakmaya niyetli ve kendini yalnızca zorunlu haller nedeniyle bir başkasıyla iletişime geçmeye veya ilişkiye girmeye yönlendirebilen insan türünün normalleşmesiyle yakından ilişkili. Bu da bir noktada sanıyorum ki narsisistik bünyenin yaygınlaşmasıyla atbaşı giden bir durum. Metafizik bakımından bir bunalımı var çağımızın. Üzerine inşa edilebilecek bir zeminin sağlamlığını ve hatta varlığını hissedemeyen bir çağ. Anlam problemlerinin aptalca bir şekilde, yani anlamsızlığın tek doğru sayılmasıyla, savuşturulduğu, görmezden gelindiği bir çağ. Bu çağın insanının da, en azından benim gözüme göründüğü şekliyle, iki temel belirgin noktası var. Bunlardan ilki üzülmenin ve kederlenmenin zayıflık ve eksiklik sayılmasından ortaya çıkan, dolayısıyla bunların kendisinden olabildiğince uzak duracak şekilde konumlandırıldığı bir benlik taşıması bu öznelerin. Bunun getirdiği ve bununla birlikte büyüyen bir kibir de var elbette. Bu kibir veya bu ilk özelliklerin gölgede bıraktığı ancak bunların kendisini örtmesi için kullanıldığı, yani altta yattığını düşündüğüm, özellik ise kırılganlık. Bu özelliklerin daha önce hiç olmadığını ama yeni ortaya çıktığını iddia edecek değilim. Elbette hep vardı. Ancak asıl problem bunların bugün ekstrem şekilde tezahür ediyor olması. Yukarıda narsisistik dememin sebebi de bu aslında. Kibir hem kırılganlığı gizler hem de kendisi bir başına ilk özelliğin, yani dünyanın kendi etrafında döndüğü biricikliğin, düz bir yansıtmasıdır. Bu yüzden böyle bir kibirle karşı karşıyayız ve bu yüzden bu kibri taşıyoruz. Narsisizm dendiğinde genelde kendini aşırı şekilde değerli gören ve kendini her şeyin önüne koyan bir kişilik bozukluğu anlaşılır. Ancak bunun gerisindeki motivasyonu görmezden gelmek kolaydır. Önemli olan bunun altındaki sebebi biraz daha açabilmektir. Dediğim gibi burada da iki şeyle karşılaşabiliriz: Biriciklik ve kırılganlık. Bu sebepler çağın insanını açıklayabilir ve bir bakıma birbirini de yeniden üretir. Küçük görerek kaçarız. Kendi kırılganlığımızı bu şekilde örteriz. Bunların tamamıyla ortadan kaldırılması gereken kişilik özellikleri olduğunu söylemiyorum. Ancak belirli bir eşiğinin olması gerektiğini düşünüyorum. Sosyal medyanın ve yalnızca çıkar amaçlı ilişkilerin de bu ekstrem durumu desteklediğini reddedemeyiz sanırım. Konumuza geri dönelim, zira biraz uzaklaştık. Bugünün insanının meta fetişizmi ve satın alma aracı dışında herhangi bir zemini yok. Elbette tüm insanlardan bahsetmiyorum. Ancak hatırı sayılır bir çoğunluğun bu şekilde yaşadığını düşünüyorum. Yalnızca maddi olana tamah ederek bu kadar yaşanır, bugün yaşanılabildiği kadar: Soğuk ve mesafeli. Bu duruma gelmemizde bir diğer nokta da totalitenin veya bütünlüğün sürekli olarak hırpalanması. Anlamlandırmak ve o anlama yaslanarak yaşamak bir ülkü verir. V. Frankl boşuna yapmadı logoterapideki anlam vurgusunu. Diğer yandan post-modern alıkların ve bazı varoluşçu eblehlerin ne kadar kulağını çınlatsak azdır. Parçalanmış düşünceyi ve anlamsızlığı marifetmiş gibi sunmak da ancak onlara yakışırdı. Ülkemizde bu anlamsızlık problemi farklı şekilde zuhur ediyor. Detaylar için Yalçın Küçük ile Alev Alatlı’nın aydın üzerine olan tartışmasını izleyebilirsiniz (https://www.youtube.com/watch?v=ZAXIdflrkRE). Alev Alatlı’nın aydını bir vazodan farklı görmediğini fark edeceksiniz: “İnsanın yeryüzündeki serüvenini yorumlayabilecek mizaca sahip kişilerdir,” diyor. Yeryüzündeki serüveni yorumlayamayan çok büyük bir kesim var demek ki Alev Alatlı’ya göre, aydının sınırlı sayıda olduğunu düşünürsek. Oysa tüm insanlar yeryüzü serüvenini az veya çok yorumlayabilir. Buna karşın Yalçın Küçük aydının kurucu işlevinden bahsediyor. Metafizikle kaybolan bir diğer mefhum da aydındır. Bu tartışmaya belki başka bir zaman girilebilir. Artık bitirmeliyim. Sanırım şu bir gerçek: İnsan kul. Bir hocam böyle söylemişti bana. Ne demek istediğini başta idrak edemedim, ancak sonradan açıkladı biraz daha. Kendine kul, paraya kul, mala mülke kul, tanrıya kul vs. Ancak bu durumda dikkat edilmesi gereken şey neye kul olduğu. İsmet Özel’in şu şekilde göndermede bulunduğu kulluktan hazzetmiyorum: “o ferah ve delişmen birçok alınlarda / betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder