2.16.2014

DERİNLİKSİZ

             Zamanın akıcılığından bahsetmek hata olur. Hata olur, çünkü bu bir açığa çıkarma olarak algılanmaz. Bugün, birilerinin uyanması ve bazılarının uyanamaması kadar sıradandır zamanın akıcılığı. Sıradan demek yanlış belki, sıradanlaştırılmış. Görünmenin solukluğundan kaybolur gider uzaklara. Bir eksiklik olarak değil, olmamışlık gibi düşünülür; olamamışlık gibi… bulunamayan bir parça. Bilinir, susulur, yaşanır, ölünür; itinayla.
            Tüm bu aşamalarda, bunlar çizgiler olmadan meydana getirilen ayrıksılıklar olarak ele alınabilir, insanlar, kendilerini kendiliklerinden koparıp toplumun uçsuz kıyısına bir güneş nesnesi olmaya adarlar. Bu adama, kurban etme, yok sayma ritüelinden geriye ne kalır? Sahipsiz kendilikleri; yitmiş insanların, kayıp soyluların… Her kayıp, yitmemiş için büyük bir eksiklik haline gelir. Yitirilenin yitmemiş olana acı vermesinden kaynaklanmaz bu eksiklik; yitmemişin kendi durumunun farkına varmasını sağlaması nedeniyle onda yarattığı endişeden doğar. 
            Sadece duyumsanması değildir bir şeylerin, yaşanan esnek yapı, aynı zamanda duyumsandıktan sonra ona verilen tepkiyi de içinde barındırır. Böylece bir şeylerin sonudur, tepkiselliğin mesela. Her şey kendi sonunu hazırlamaz mı? Belki şöyle demek de uygun olacaktır; halihazırda var olan son, her şeyin kendiliği nezdinde ortaya çıkacaktır. Sonun sonsuzluğundan bahsetmek mümkün olsa da, insanın bunun için ne denli küçük bir pürüz olduğunu bilmesi gerekir. Belki daha doğrusu, bir pürüzden ziyade, sadece bir katman, bir yardımcı unsur olmasının zor telaffuzudur. Bu bir yitmedir. Bulanıklaşma, bir şey haline gelirken, içinde barındırdıklarının varlığını kendisine katıp bir’e dönüştürür. Oysa kimin umurunda ki bir olmak? Bu, düpedüz, yok olma mefhumunun da bulanıklaştırılmasıdır. Yok olmanın ve var olmanın, bir şeye verilen bir ad olma istencinin teslimiyetidir bulanıklığa gömülmek. Daha az anlamın ortaya çıkmasından bahsetmişti Baudrillard. Bulanıklığı burada konumlandırmak zor olmasa gerek. Tek seferlik olan bir anlamsızlaşma ve manadan uzaklaşma eylemselliği, ancak kesinlikle bir ritüel değil. Acının bir yerlerden bir tanıdığı gibi bu bulanıklık; cebinden çıkardığı farklılık ve uçurum dolu serüvenin dolaylı tamamlanışına hizmet eden bir biçimsizlik gibi. Sonu hep düşüş olursa ritüel olmaz mı; yoksa sonu da mı bilinmiyor? Muğlak bir izdüşümün sancı dolu görüngüsünden, bakana değil görene karşı yanıltıcı olan kaçamaklığıyla var olmayı seçenden ırak bir hayat sürdürülebilir mi?
            Kendinden geçen, sonsuzu üretmeye çalışan, sonlunun keyfini kutsayan bir dünya… insanlık… çıkıp sonlunun sonlu parçacıklarından… Olan her şey üzerindeki toprakla var. Yine de her şey, kendinden uzağa gitme çabasıyla varlığının ağırlığını havaya değdirircesine yanmakta bir zaman.
                                                                                              Baki Karakaya