5.17.2014

ÇOĞUL CLYTEMNESTRA

                [Soma'ya ithafen]

                Olan bu değil, biliyorsunuz. Ne kadar uzakta olduğunu düşünüyorsunuz gelmekte olanın? Bir gün gelir mi? Yani yine siz bilirsiniz işte, değerli olanlarsınız. Bir varlığın varlık olmaklığından çıkarılıp eritilene dönüştürülmesini bilirsiniz mesela. İddia edilmez olur mu aksi; edilir. Yollarını bulmak lazım gelir sizce bir olanın tersine döndürülme ritüeli öncesinde, onu asla sağlamayacak olan. Bir şeyler böyle sürüklenirken… Siz, yüce insanlık, bir ‘şey’ değilsiniz; hiç olur musunuz siz sıradan bir varlık. Bazısı biraz kendinden uzaklaştırılır tarafınızdan. Tarafınızdan suların çekilmesinden, kendiliklerin arasına bir olumsuzlayıcı ve yalıtıcı olarak taşların yerleştirilmesinden farksız olarak… O kadar çok dağsız taşsız dünya oluşturulur ki; nereye gittiklerini düşünmek zaman almamasına rağmen.
                Böylece karanlıklar aydınlanırmış; aydınlanmakta olmaktan bıkmayan karanlıkların kendilerini muhafaza ederek aydınlık denilen yansımaya süzülmesi neyi ifade eder? Gidildi bir aydınlığa, siyah bir geceden ne olduğu bilinmeyen aydınlatılmış bir geceye. Absürt bir ilerlemenin peydahlandığı bir muammaya... Öyle ki, ne kadar insan insanlığından geçerse o kadar yeşillenecekmiş bacalar, içlerinde insafsız kurumlarla. Doğulur, konuşulur, gidilir, ölünür sonunda bir yarın için. Yarını görmek için yarından önce ölünür. Nasıl bir yarın olur o halde? Nasıl bir belirmekte olanın belirsizliğidir bu? Zorunda olmanın gerektirdiği, getirdiği, dayattığı bir eksik bitim mi? Günlerden, günlerin aldıklarından biraz daha fazlasını kaybetmek zamanı mı? Her zaman böyle değil mi? Hayır, nedense bir arada bulunulmadığında böyle değilmiş gibi davranılır hep. Farklı yerlerde olduklarında, ölmediklerinde, içerisinde oldukları bedbaht hayat kimsenin dikkati için bir celp özelliğine bürünmez, büründürülmez. Sanki absürt ilerlemenin çevirdiği, kuşattığı, kendisine bakmaya zorladığı hayatı kabul etme ritüeli süreklilik arz eden ve zorlayıcı bir mefhum olarak duruyormuş gibi karşısında ‘şey’ olmayanların ya da metaların koşulladığı aşkınlığa içkin hale gelmiş olanların.
                Öldürülürler. İlerleyenlerin hırslarında kaybolan zayıflıklara dönüştürülürler. Kırmızı halılar getirilir. Bilinir ki bu halılar bir şeylerin aktarımı içindir; bir yerden tanımlanamaz bir biçimsizliğe, hakkında yorum yapılamayacak kadar bilinemez olana. Ne kadar da kolay kanun haline getirilir yok olmanın titremelerle başlayan kabusu. Yok, savrulanlar, ölümlerini kendilerinden uzaklaştırmak isteyemezler elbet; buna ne kurallar müsaade eder, ne de uçsuz ve insan yiyen deliklerin hükümranlığı olarak ilerleme şapkaları ve gelişme kravatları. Evet, içsel bir güzel var olma tutkusudur kör edilen, tüm bu kapatılmışlıklara maruz bırakılan. Ancak hiç önemli değildir, yeter ki bazısının yedi sülalesinin de hayat standartları saplantılı şehirlilik, sonsuz ilerleme alanından aşağı düşmesin. İnşa edilenin üzerinde, diğer insanların üzerinde yükselen güruhun talepleri mütemadiyen karşılansın. Kırmızı halılar kendilerine olan ihtiyaç bitince diğer kurbanlar için bekletilirler. Biraz irdelenirse anlaşılacaktır ki, meğer olanlar yüzyıllık lanetin saçaklarındaki yıkıcı olumsuzlamanın sonuçlarıymış. Anlamayacaklardır, müdahale edilen yitirileni alan değil, yitirilene denk olandır. Kravatlı kırmızı halılar götürürler onları, ancak yalnız değillerdir yolculuklarında. Kravatlı kırmızı halılarla beraber Clytemnestra da onlarladır. Bizzat suçu işleyen, suç olarak algılanmasa da, götürür onları; toprağa karıştırır. Bilmeyenler, yitirmenin bu çeşidiyle yüzleşmemişler, nefesini cebinden alanlar… ve elbet ilerleme adımlarıyla yaşayıp yitirileni desteklediğini ifade edenler… bilirsiniz ki görülür sonunda yitirilenin toprağın içine halılar tarafından olduğu kadar Clytemnestra tarafından da atıldığı; failin çoğulluğu.
                                                                                                                    Baki Karakaya