1.16.2020

İBN SİNA ZİHİN-BEDEN PROBLEMİ HAKKINDA BİZE NE ÖĞRETEBİLİR?


İslam dünyasının filozofları düşünce deneylerinden keyif aldılar. Gökler yok olduğunda zamanın geçmeye devam edip etmeyeceğini merak ettiler. Varoluş özden ayrıysa bu varoluşun var olmasını zorunlu kılar mı? Tanrı ev hizmetçinizi bir ata dönüştürebilir mi ve eve geri döndüğünüzde onu tüm kitaplarınızın üstüne pislemiş halde bulabilir misiniz?
            Ancak bu düşünce deneylerinin en ünlüsü İslam dünyasının en etkili filozofu olan İbn Sina (ing. Avicenna – MS 980-1037 yılları arasında yaşamıştır) tarafından üretilmiş sözde “uçan adam” deneyidir. Şunu söyler İbn Sina: Tanrı tarafından havada yaratılan bir kişiyi tahayyül edin; bu kişi iyi durumdadır ama aynı zamanda görüşü kapalıdır ve kol ve bacakları gerilmiştir, yani hiçbir şeye ve hatta kendi vücuduna dahi dokunamaz. Bu kişinin hafızası da yoktur; henüz yalnızca yaratılmıştır. Bu durumda bu kişinin zihni boş mudur? Kendi olarak geçmişteki ve şimdiki duyusal deneyimden mahrum mudur? İbn Sina buna “Hayır,” der. Bu kişi kendi varoluşunun ayırdındadır.
            Buradan doğrudan doğruya üç soru ortaya çıkar. İlki, Douglas Adams – Otostopçunun Galaksi Rehberi (1978) isimli kitabın yazarı – yabancı bir gezegenin üzerindeki havada varoluşa gelen bir köpekbalığını hayal ettiğinde İbn Sina mı okuyordu? Bu konuda bir fikrim yok; ancak öyle olabileceğini düşünmek isterim.
            İkinci soru ise şudur: İbn Sina bu “uçan adam”ın kendinin ayırdında olduğu iddiasında haklı mıdır? Şunu anlamak önemli ki İbn Sina uçan adamın kendisinin var olduğunu bilip bilmediğini tartışmak gibi bir teşebbüste bulunmaz; daha ziyade, bunun bariz olduğunu düşünür. Aslında, bunun zaten İbn Sina’nın felsefesinde temel bir fikir olduğu ortaya çıkar. İbn Sina’ya göre hepimiz kendimizin farkındayız: Uykudayken veya kendimiz dışında bir şeye yoğun bir şekilde odaklanmışken bile. Çoğu zaman, paradoksal bir şekilde, kendimizin farkında olduğumuzun farkında değiliz. Bu, insan psikolojisinin kesintiye uğramayan arka plan müziğidir; bir şeyin farkına yalnızca dikkatimiz ona çekildiğinde varırız: Kendiliğin odaklanma öncesi farkındalığı (pre-reflective awareness). Uçan adam düşünce deneyi tam da bu kendilik-bilincine dikkat çekmenin bir yoludur. İbn Sina bunu bir şeye “işaret eden” anlamında tanbīh olarak adlandırır.
            Kendilik-bilincimiz şeyler üzerine birinci kişi bakış açımız için bir kurulumdur. Bir şeyi gördüğümde, hayal ettiğimde veya düşündüğümde, o şeyi gördüğümü, o şeyi hayal ettiğimi veya düşündüğümü doğrudan bir şekilde kavrayabilirim. Kendilik-bilinci tam da bunun işaretidir. Herhangi bir başka biliş formu – diğer şeylerin farkındalığı – kendilik bilincine dayanır ve bunu varsayar.
            Yeri gelmişken, şöyle bir itirazda bulunabilirsiniz: uçan adam görme, işitme vb. eksikliklerine rağmen bedensel farkındalığın belirli formlarına sahiptir. Uçan adam bir başka algılama formuyla, yani iç-algıyla, en azından kollarının ve bacaklarının yerini duyumsayamaz mı? Tamamen karanlıkta olduğunuzu ve kollarınızın hiçbir şeye dayanmadığını hayal edin: iç-algı kollarınızın nerede olduğunu size söyleyen duyudur. Aslında bu, İbn Sina’nın kurduğu düşünce deneyinde bir problemdir; ancak felsefi olarak belirleyici değildir. Yani biri yalnızca Tanrı’nın bu adamdaki iç-algı kullanma yeteneğini engellemesi veya bu adamın iç-algı fakültesinin kusurlu olması durumlarından herhangi birini kullanarak senaryoyu değiştirebilir. Bu durumda İbn Sina’nın savı şu olurdu: bu koşullar altında dahi uçan adam kendisinin farkındadır.
            Üçüncü ve en zor soru şudur: Uçan adam düşünce deneyini ispatlayan nedir? İbn Sina şaşırtıcı bir sonuca varır: Bu sonuç bizim bedenimizle ayrımsız veya özdeş [identical] olmadığımızı gösterir. Bir düşünelim. Uçan adam kendinin farkındadır; var olduğunu bilir. Ancak bedeninin farkında değildir; ne bedeninin ne de herhangi bir bedenin var olduğunu bilir. Bir şeyin farkındayken diğerinin değilsem bu iki şey nasıl özdeş olabilir ki?
            Bir şey hakkındaki her şeyin bilincinde olmadan da o bir şeyin bilincinde olabileceğimizi düşünene kadar bu argüman ikna edici gelir kulağa. Örneğin geçen birkaç dakikadır bu yazıyı okuduğunuzun farkındasınız; ancak Dixieland Jazz Band çalıyorken yazılan bir yazıyı okuduğunuzun farkında değilsiniz. Dolayısıyla buradan, bu yazının Dixieland Jazz Band çalıyorken yazılmadığı sonucunu çıkarmak yanlış olacaktır. Aslında tam olarak böyle. Başka bir şekilde söylersek, uçan adam kendisinin bir beden olduğunu idrak etmeksizin kendinin farkında olabilir. Çağdaş filozoflar bu konuda İbn Sina’nın hatalı bir şekilde “şeffaf” bir bağlamdan “anlaşılmaz” bir bağlama doğru gittiğini söyleyecektir. Bu da temel olarak benim halihazırda söylediğim şeyin süslü bir biçimidir.
            İbn Sina’yı bu hatadan kurtarmak için çeşitli çabalar sarf edilegelmiştir. Bu argümanı kurtarmanın bir yolu da şudur: İbn Sina, bu argümanla ruh hakkında Aristoteles’e kadar geri giden bir başka düşünüş tarzını eleştirmeye çalışır. İbn Sina’nın reddettiği bu görüşe göre ruh bedenle yakından ilişkilidir. Bu bakımdan ruh bedenin yalnızca bir tarafı [aspect] veya düzenleyici ilkesi olarak anlaşılabilir. Aristoteles bu ruhu bedenin “formu” olarak ele alır. İbn Sina’nın düşünce deneyi de bu fikrin yanlış olduğunu göstermek için tasarlanmıştır. Bu argüman, bedensel duyulardan bağımsız olarak ruha erişimimizi sağlayacak olan araca, yani kendilik bilincine, sahip olduğumuza dikkat çekerek bunu yapar.
            Bu nasıl Aristoteles’i çürütebilir ki? Uçan adamın neden bedeninin farkında olmadığını tekrar düşünelim. Çünkü uçan adam mevcut durumda duyularını kullanmıyor ve hiçbir zaman da kullanmamış. Bu adamın varoluşa henüz yeni geldiğini hatırlayalım. İbn Sina duyu algısının herhangi bir bedenin farkına varmış olmak için yegâne yol olduğunu öne sürer. Eğer bu doğruysa, uçan adamın duyu algısı olmaksızın kavradığı herhangi bir şey ne bedendir ne de maddedir. Çünkü o ruhunu duyu algısını kullanmadan kavrar ve ruhu da bu bakımdan beden değildir.
            Bu okumada, İbn Sina kendisine bedenlerin yalnızca duyular tarafından keşfedilebileceği şeklindeki büyük bir varsayımla yardımda bulunur. Onları görebilir, duyabilir, tadabilir, koklayabilir veya onlara dokunabilirsiniz; ancak diğer türlü onların var olduğunu bile bilemezsiniz. Aristoteles için ruh bedenin bir formu olduğundan, bedeni deneyimleyemezseniz, ona göre ruha da erişiminiz olmayacaktır. Hal böyle iken İbn Sina, uçan adamın kendi ruhuna erişime sahip olacağını iddia eder.
            İbn Sina’nın söz konusu düşünce deneyini oluştururken aklında olan şeyin, en azından bir dereceye kadar, bu olduğundan şüpheliyim. Ancak bu ikna olduğum anlamına gelmiyor. İbn Sina’nın tüm yaptığı materyalist karşıtlarına bir meydan okumadır: Bir bedenin duyuları kullanmaksızın nasıl kendisinin farkına varabileceğini gösterin bana.