9.17.2023

KÜLLERİNDEN DOĞAN ŞEHİR: DRESDEN

Rumuz: Şaşıran Damla (yarışmaya bu rumuzla katıldığım ve bana komik geldiği için silmek istemedim.)

Tablo: Johan Christian Dahl - Blick auf Dresden bei Mondschein (View of Dresden by Moonlight)

Dresden Almanya’da Saksonya eyaletinin baş şehridir. Dresden’i etrafındaki ve belki de dünyadaki birçok şehirden ayıran önemli bir özelliği var. Bu bahsi daha sonraya saklamak isterim. Öncesinde Dresden’in genel konumu ve önemine kısaca değinmekte fayda var. Daha sonra ise, Evliya Çelebi’nin yaptığı gibi, şehirdeki yapılara ve onların teknik özelliklerine değinmekte fayda var, ancak bunu yalnızca alan bana izin verdiği ölçüde yapacağım. 

Dresden’e Leipzig’den otobüsle geçtim. Bir buçuk veya iki saatlik bir yolculuktan sonra Dresden’e ulaştım. Şehrin, otobüsün insanları indirdiği noktadan itibaren onları saran bir görüntüsü vardı. Tarihi dokusunu oldukça yoğun şekilde koruyan Dresden, insanlara tarihin tozlu sayfalarında dolaşmak imkânını veriyordu. Yüz yıllardır Saksonya’nın merkezi olduğu, yani önce Saksonya Krallığı’nın başkenti, sonrasında ise Saksonya eyaletinin baş şehri olduğu için, Dresden’de zımni bir resmi hava olsa da, aslında bu durum bizzat şehrin fehametini arttıran ve şehirdeki doğal ve tarihi görünüşü oturaklı hale getiren bir etkiye tekabül ediyordu. Dolayısıyla Almanya’nın ve Saksonya’nın doğusundaki bu şehir, kimilerince bayağı bir “ırkçılık” merkezi olarak ele alınan bu yerleşim yeri bizzat Almanya içinde de kendi ayrı tarihiyle öne çıkmış ve asırlar boyunca Saksonya’ya öncülük etmiştir. Şehre konumunun sağladığı başka bir avantaj da elbette iki anlamda bir kapı veya geçiş noktası olarak öne çıkmasında bulunabilir. Dresden, hem tarihsel olarak Doğu Avrupa ile Batı Avrupa arasında bir sınır şehridir hem de topografik olarak üzerine kurulduğu Elbe Nehri’nin tüm imkânlarından faydalanabilir. Doğu ile Batı Avrupa arasındaki köprü vazifesi Almanya’nın ikiye bölündüğü İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde özellikle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle şehir Orta Avrupa için önemli bir ulaşım kavşağı ve kıymetli bir ekonomik merkezdir. 

Dresden’de birbirinden kıymetli onlarca tarihi yapı mevcuttur. Bunlardan en dikkate şayan olanları Frauenkirche, Dresdner Zwinger, Semperoper, Residenzschloss, Katholische Hofkirche, Sächsische Staatskanzlei, Brühlsche Terrasse, Fürstenzug gibi eserlerdir. Bunların yanında birçok müze de şehri adeta bir kültür merkezine çevirmiştir. Bunlar, Askeri Tarih Müzesi’nden Ulaşım Müzesi’ne, Hijyen Müzesi’nden Resim Galerisi’ne kadar farklı alanlarda ve farklı içeriklerle geniş bir kültürel aktivite imkânı sunar. 

Dresdner Zwinger ortasında geniş bir bahçe bulunan büyük bir yapıdır. Duvarlarının üstü bahçeye ve dışarı doğru bakan birçok heykelle süslenmiştir. Her ne kadar kelime anlamı olarak sarayın dış duvarlarıyla iç duvarları arasında uzanan yapı anlamına gelse de, Dresdner Zwinger aslında bir saray avlusu olarak tasarlanmamıştır ve bu bakımdan kendine has bir yapıdır. Yine de yapımından önce böyle bir işlev için kullanılan alana inşa edilmiştir. Kuvvetli Augustus, Demir Yumruk ve Sakson Herkül’ü olarak anılan Augustus’un emriyle inşa edilmiş olan Dresdner Zwinger, bir bakıma onun kendine özel bir hükümdarlık nişanesi olarak ortaya çıkmıştır. Zwinger’dan çıktıktan sonra hemen onun yanında Semperoper’i gördüm. Semperoper, Zwinger’ın Elbe’nin kıyısına kadar uzandığı zamanlarda onun içerisinde bulunan ancak daha sonra ondan alınan alan üzerine inşa edilmiştir ve opera binası olarak kullanılır. 1841’de inşa edilmiş olmasına rağmen kısa bir süre sonra yanmış ve ilk mimarı tarafından 1869’da yeniden yapılmıştır. Barok öğelerin süslediği Dresdner Zwinger’ın aksine Semperoper çok daha klasik bir görünüm vermektedir. Dolayısıyla binanın dışında süslü detaylardan ve heykellerin yoğun kullanımından uzak durulmuş, binanın içinde ise erken Rönesans, Barok ve klasik Korint süslemeler kullanılmıştır. Dresden şehrini temsil eden, şehrin en temel meydanlarından biri olan Tiyatro Meydanı’nda konumlanmış olan ve Sakson Devlet Operası ve Sakson Devlet Orkestrası’nın evi olarak hizmet vermekte olan Semperoper, ismini mimarı Gottfried Semper’dan almıştır. Semperoper’in bulunduğu Tiyatro Meydanı aynı zamanda Kral Johann’ın anıtına da ev sahipliği yapar. 

Semperoper ve Kral Johann’ın anıtından sonra arkamı döner dönmez Dresden Katedrali veya diğer adıyla Katolik Şapeli (Katolische Hofkirche) ile karşılaştım. Aşırı derecede gösterişli bir bina olmamasına rağmen şehrin duruşunda sembolik etkisi olan yapılardandır ve şehrin dikey bir mimari izlenim yaratmasına katkıda bulunmuştur. Zira sürekli olarak sütunlarla yukarı doğru çıkarılan ve yukarı çıktıkça darlaşan bir yapısı vardır. Aynı zamanda söz konusu Katolik Şapelini yaptıran Kuvvetli Augustus’un oğlu III. Augustus’tur. Dolayısıyla bu binayı gördüğümde Protestanlık inancının yayılmaya başladığı yer olarak bilinen Dresden’in ve Doğu Almanya’nın bir bakıma bu şapel ile yöneticiler tarafından tekrar Katolik bir inanca davet edildiğini düşündüm. Ancak yine de bu şapel kendisinden yalnızca birkaç yıl önce yapılan Frauenkirche’nin tanınırlığına asla erişemez. Frauenkirche (Kadınlar Kilisesi) Protestan inancının tüm Avrupa’daki en önemli merkezlerinden biri olarak öne çıkar. Büyük kubbesiyle görenleri kendisine hayran bırakan Frauenkirche, aynı zamanda sembolik olarak Protestanlık için bir kale izlenimi yaratır. Katolik Şapeli ile yaklaşık olarak aynı zamanlarda yapılan Frauenkirche, önünde yer alan Martin Luther heykeli ile işlevini tam olarak yerine getirdiği izlenimini yaratır. Aynı zamanda Katoliklik ile Protestanlık arasındaki savaşın Katolik Şapeli ile Frauenkirche arasında da yaşandığını düşünmek mümkündür. Zira Katolik Şapeli oldukça karanlık bir iç alan sunarken Frauenkirche’nin içi bir cami kadar aydınlıktır. Bunun önemini elbette Dresden halkı da en az benim kadar fark etmiş olmalı ki Katolik Şapeli’nde Dresdenlilere rast gelmek zorken Frauenkirche’nin hemen her tarafında Dresdenliler ve özellikle de genç vatandaşlar bulunuyordu. 

Ayrıca şunu da belirtmeden geçmek istemem: Dresden’de Frauenkirche’nin çevresinde kendisinden daha uzun bir yapı yoktu. Bunun nedenini düşündüğümde elbette cevap kendini bana hızlı bir şekilde ve açıkça gösterdi. Söz konusu yapı, yani Frauenkirche, şehrin inancını ifade etmekle kalmıyor, aynı zamanda bunun ne kadar yüce bir durum olduğunun ikazını veriyordu. Yani bir şehirde en yüksek bina ne ise bir anlamda sembolik olarak o şehir onun etkisindedir. Bu bakımdan bizim şehirlerimizle Dresden’i bir mukayese etmeğe kalkıştım. Ancak karşıma çıkacak sonuçları az çok kestirebildiğim için bunu yapmaktan kaçındım. Zira bizde bir viyadük bile camiden daha yüksek olabilir, Haliç’te bunun bir-iki örneğini görmek mümkündür. 

Frauenkirche Dresden’in sembolüdür. Bazı tablolarda resmedilen şehrin Dresden olduğunu anlayabilmek için Frauenkirche’yi bilmek yeterlidir. Dolayısıyla aslında Dresden dendiğinde bir kimsenin aklına gelen temel şeylerden biri Frauenkirche ve onun büyük kubbesidir. Bu tablolardan sanıyorum ki en ünlüsü Johan Christian Dahl tarafından çizilmiş, benim de pek sevdiğim bir tablo olan Ay Işığında Dresden Manzarası’dır. Bir şehirle bir yapının bu derecede özdeşleşmesi ve bu yapının şehri tanımlar hale gelmesi kültürel bir sürekliliğe de işaret eder. Söz konusu süreklilik bir bakıma kolektif bir hafıza oluşturur ve bunun oluşumunda bahsettiğim özdeşleşmiş yapının varlığı elzemdir. Söz konusu kültürel ve kolektif hafızayı tutmak için ise tarihsel olanın vatandaşlara aktarılması oldukça önemlidir. Bu nedenle Dresden’de, tesadüfe bakın ki tam da Katolik Şapeli ile Frauenkirche’yi birbirine bağlayan caddede, tüm sokak boyunca uzanan bir Dresden’de hüküm süren hükümdarlar tasviri vardır. Her bir hükümdar ayrı ayrı resmedilmiş, genellikle atının üstünde ve ciddi bir yüz ifadesi ile duvara nakşedilmiştir. Bu yapının adı Fürstenzug (hükümdarlar yolu) olarak anılır. Aynı zamanda bu, kronolojik bir sıraya göre yapıldığı için, caddenin bir ucundan başlayıp diğer ucundan çıktığımda tüm hükümdarları görmüş oldum. Kültürel bir süreklilik ve toplumsal bir hafıza için bu caddenin şehrin en önemli sokaklarından biri olduğu izlenimimi paylaşmadan geçemeyeceğim. 

Ve elbette, alanımın kısıtlılığından dolayı, burada son bahsedeceğim husus Elbe nehrinin kendinden emin ve anaç akışı olacak. Dresden dendiğinde Frauenkirche’den daha fazla akla gelen tek şey Elbe nehri olabilir. Elbe nehrinin üzerine kurulmuş olan şehrin, nehrin akışıyla kendini bulduğunu, onun rengine göre kendi durumunu değiştirdiğini düşünmek işten bile değildi. Özellikle Elbe nehrini Brühlsche Terrasse’den izlemek kadar insanı rahatlatan çok az şey olduğunu ifade etmeden geçmek istemem. Okuyucunun bu ifademin yalnızca mübalağadan ibaret olduğunu düşünmemesini sağlamak adına terası kısaca tanımlamak istiyorum. Terasa Frauenkirche’den kolayca gidilebiliyor. Teras denilen yeri bir binanın üstü olarak düşünmek yanlış olur. Burası, köprüden gelmediğimiz müddetçe, yalnızca şehrin normal bir kaldırımı gibi duruyor. Ancak ucuna kadar vardığımızda bir yükseltisi olduğunu ve aslında Elbe nehrinin izlenmesi için yapıldığını anlayabiliyoruz. Nehir ile teras arasında yol var, ancak bu yol nehir seviyesine çok yakın bir seviyede, dolayısıyla manzarayı bozamıyor. Terastaki birçok banktan birine oturup nehre uzun uzun bakmamızın önünde hiçbir engel yok. Üstelik Elbe nehri oldukça geniş bir nehir olduğu için üzerindeki su taşıtlarını da izleyebiliyoruz. Banklarda oturduğumda bana hafif bir rüzgâr eşlik etmişti. Terasın hemen arkasındaki Albertinum isimli sanat müzesinden çıkanlar için bu terasın ne büyük nimet olduğunu anlatmaya hem alanımın kısıtlı olmasından hem de bunun tamamen başka bir konu olmasından dolayı cüret edemeyeceğim. Ancak Brühlsche Terrasse’den Elbe nehrine bakmak, belki okurun en kısa şekilde anlamasına veya o duyguyu hissetmesine müsaade edebilecek bir benzetme olarak, eşsiz bir güzelliğe, hem yücelikten kaynaklanan şaşkınlık ile korkuyu hem de izleyicide veya görende zuhur eden büyülenmişliği ifade ettiğinden, uzun uzun bakmaktan farksızdır.

Dresden bu günkü Dresden olabilir miydi, İkinci Dünya Savaşı’nın bir bölümünde taş üstünde taş kalmayasıya yıkılmasaydı eğer? Bunun cevabını vermek güç. Ancak kesin olan tek bir şey var: Dresden her zaman için kültürel, ekonomik, topografik ve politik olarak bölgedeki en önemli şehirlerden biri olmuştur ve bugün bize sunduğu şey bu geniş tarihin bir yansımasıdır. Elbette İkinci Dünya Savaşı’nda Dresden’i bombalayan Müttefik Devletler’in hedefinde savaşı bitirmekten daha fazlası olduğunu iddia etmek mümkündür. Ancak ne olursa olsun sonuçta Dresden, Doğu Almanya tecrübesini de yaşayarak, kültürel birikimine ve toplumsal hafızasına bir başka şey eklemiştir ve bu onu mevcut bulunduğu bölgede daha da ileri taşımıştır. Kültürel bir gezinin olmazsa olmazlarından biri haline gelebilecek bir şehirdir Dresden.

5.09.2021

Fragmanlar – 3

İnsanın kendini görmesinde ve kendini özne olarak “kurmasında” şüphesiz ki ötekinin ona yüklediği anlam da önemli. Fakat bunu bir kenara bırakarak yazmak istiyorum bu kez. Önce tanık olduğum veya kurguladığım bir olayı anlatmak, daha sonra da bu olay veya bu “kurgu” üzerine kısa süren düşünme etkinliğimin sonuçlarını paylaşmak niyetindeyim. Bu olayda X seyyar satıcı, Y bir insan, Z ise Y’nin olaya tanık olan arkadaşları. Y ve Z yolda meyve satan X’i görürler. Y, X’ten bir tane muz almak ister. Muhtemelen adet cinsinden muz satmayan X bu şekilde bir satışı kabul eder. Daha sonra Y yanında muz alacak para olmadığını fark eder ve muzu almaktan vazgeçer. Ancak X muzu alması konusunda ısrarcı olur ve para istemediğini belirtir: Karşılığında Y’nin onun için dua etmesini ister. Y buna anlam veremez ve Z’ye yanında parası olup olmadığını sorar. Z’nin yanında parası vardır ve bu parayı Y’ye verir. Daha sonra para verilir, bir yerine iki muz alınır (kuvvetle muhtemel ki Y talep etmiş olsa X üç veya dört muz vermekten de çekinmez). Bunun üzerine daha sonra Z ile yoluna devam eden Y duruma çok şaşırır; çünkü X’in bu tutumu, yani muzu bedavaya verebilecek olması Y’nin kafasını karıştırır. Y, banka sektöründe yıllardır çalışmaktadır ve X’ten çok daha fazla kazandığı halde insanlarla paylaşmaktan çekinen birçok kişinin varlığına yakından tanık olmuştur. Böyle insanların bu durumda olmaması gerektiğini düşünür. Elbette X ve Y üzerine birçok soru sorulabilir. Yine de benim bu kısa yazıda odaklanmak istediğim “insanlık hali” şeklinde kavramsallaştırabileceğim bir nokta. Şimdi kendime bunun gerçekten şaşırılabilecek bir şey olup olmadığını soruyorum. Evet, şaşırılabilir. Ancak bu şaşırma tam da birbirini tam olarak dışarıda bırakmaya niyetli ve kendini yalnızca zorunlu haller nedeniyle bir başkasıyla iletişime geçmeye veya ilişkiye girmeye yönlendirebilen insan türünün normalleşmesiyle yakından ilişkili. Bu da bir noktada sanıyorum ki narsisistik bünyenin yaygınlaşmasıyla atbaşı giden bir durum. Metafizik bakımından bir bunalımı var çağımızın. Üzerine inşa edilebilecek bir zeminin sağlamlığını ve hatta varlığını hissedemeyen bir çağ. Anlam problemlerinin aptalca bir şekilde, yani anlamsızlığın tek doğru sayılmasıyla, savuşturulduğu, görmezden gelindiği bir çağ. Bu çağın insanının da, en azından benim gözüme göründüğü şekliyle, iki temel belirgin noktası var. Bunlardan ilki üzülmenin ve kederlenmenin zayıflık ve eksiklik sayılmasından ortaya çıkan, dolayısıyla bunların kendisinden olabildiğince uzak duracak şekilde konumlandırıldığı bir benlik taşıması bu öznelerin. Bunun getirdiği ve bununla birlikte büyüyen bir kibir de var elbette. Bu kibir veya bu ilk özelliklerin gölgede bıraktığı ancak bunların kendisini örtmesi için kullanıldığı, yani altta yattığını düşündüğüm, özellik ise kırılganlık. Bu özelliklerin daha önce hiç olmadığını ama yeni ortaya çıktığını iddia edecek değilim. Elbette hep vardı. Ancak asıl problem bunların bugün ekstrem şekilde tezahür ediyor olması. Yukarıda narsisistik dememin sebebi de bu aslında. Kibir hem kırılganlığı gizler hem de kendisi bir başına ilk özelliğin, yani dünyanın kendi etrafında döndüğü biricikliğin, düz bir yansıtmasıdır. Bu yüzden böyle bir kibirle karşı karşıyayız ve bu yüzden bu kibri taşıyoruz. Narsisizm dendiğinde genelde kendini aşırı şekilde değerli gören ve kendini her şeyin önüne koyan bir kişilik bozukluğu anlaşılır. Ancak bunun gerisindeki motivasyonu görmezden gelmek kolaydır. Önemli olan bunun altındaki sebebi biraz daha açabilmektir. Dediğim gibi burada da iki şeyle karşılaşabiliriz: Biriciklik ve kırılganlık. Bu sebepler çağın insanını açıklayabilir ve bir bakıma birbirini de yeniden üretir. Küçük görerek kaçarız. Kendi kırılganlığımızı bu şekilde örteriz. Bunların tamamıyla ortadan kaldırılması gereken kişilik özellikleri olduğunu söylemiyorum. Ancak belirli bir eşiğinin olması gerektiğini düşünüyorum. Sosyal medyanın ve yalnızca çıkar amaçlı ilişkilerin de bu ekstrem durumu desteklediğini reddedemeyiz sanırım. Konumuza geri dönelim, zira biraz uzaklaştık. Bugünün insanının meta fetişizmi ve satın alma aracı dışında herhangi bir zemini yok. Elbette tüm insanlardan bahsetmiyorum. Ancak hatırı sayılır bir çoğunluğun bu şekilde yaşadığını düşünüyorum. Yalnızca maddi olana tamah ederek bu kadar yaşanır, bugün yaşanılabildiği kadar: Soğuk ve mesafeli. Bu duruma gelmemizde bir diğer nokta da totalitenin veya bütünlüğün sürekli olarak hırpalanması. Anlamlandırmak ve o anlama yaslanarak yaşamak bir ülkü verir. V. Frankl boşuna yapmadı logoterapideki anlam vurgusunu. Diğer yandan post-modern alıkların ve bazı varoluşçu eblehlerin ne kadar kulağını çınlatsak azdır. Parçalanmış düşünceyi ve anlamsızlığı marifetmiş gibi sunmak da ancak onlara yakışırdı. Ülkemizde bu anlamsızlık problemi farklı şekilde zuhur ediyor. Detaylar için Yalçın Küçük ile Alev Alatlı’nın aydın üzerine olan tartışmasını izleyebilirsiniz (https://www.youtube.com/watch?v=ZAXIdflrkRE). Alev Alatlı’nın aydını bir vazodan farklı görmediğini fark edeceksiniz: “İnsanın yeryüzündeki serüvenini yorumlayabilecek mizaca sahip kişilerdir,” diyor. Yeryüzündeki serüveni yorumlayamayan çok büyük bir kesim var demek ki Alev Alatlı’ya göre, aydının sınırlı sayıda olduğunu düşünürsek. Oysa tüm insanlar yeryüzü serüvenini az veya çok yorumlayabilir. Buna karşın Yalçın Küçük aydının kurucu işlevinden bahsediyor. Metafizikle kaybolan bir diğer mefhum da aydındır. Bu tartışmaya belki başka bir zaman girilebilir. Artık bitirmeliyim. Sanırım şu bir gerçek: İnsan kul. Bir hocam böyle söylemişti bana. Ne demek istediğini başta idrak edemedim, ancak sonradan açıkladı biraz daha. Kendine kul, paraya kul, mala mülke kul, tanrıya kul vs. Ancak bu durumda dikkat edilmesi gereken şey neye kul olduğu. İsmet Özel’in şu şekilde göndermede bulunduğu kulluktan hazzetmiyorum: “o ferah ve delişmen birçok alınlarda / betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır.”

8.10.2020

Fragmanlar - 2

 

KÖLELER

 

“Tabiatın loşluğunda bir adam, elinde avcı tüfeği bodur bitkilerin ormanında yürümekteydi. Yüzü bir nebze çopur da olsa yakışıklı ve henüz gençti bu avcı. Bu mevsimde ormana, havanın sıcaklığı ve neminden, olgunlaşan bitkilerin soluk alıp verişinden ve ölmüş kadim yaprakların çürümesinden bir sis çökerdi. Önünü görmek güç, ama tek başına yürümek, ucundan kıyısından bir şeyler düşünmek ya da aksine dalgınlaşıp kabuğuna çekilmek hoştu. Orman alçak bir dağın eteğinde büyüyordu; zayıf, küçük akağaçların arasında sık sık büyük taşlar göze çarpmadaydı, toprak pek verimli sayılmazdı, yoksuldu – kâh balçık, kâh gri çamur – ama ağaçlarla otlar alışmış, ellerinden geldiğince bu toprakta yaşıyorlardı.”

Andrey Platonov – Muhteşem Vahşi Dünya

 

Yazmaya hem vaktim yoktu – kendimce yani, yoksa önemli işler peşinde koştuğumdan, önemli biri sandığımdan değil kendimi – hem de başka şeyler yazarak geçiriyordum zamanımı. En sonunda dışsallığın örtüsünü biraz daha aralayan bir yazma edimi gelip beni yakaladı. Yakalamamasını isterdim; bu satırları yazmamış olmayı dilerdim. Bu edimi bir sezgiden veya zihnime yapışıp kalan bir düşünceden sapma olarak yorumlamamdan dolayı değil bunları söylemem.

Agah Aydın’ın bir programın son kısmında yaptığı konuşmayı dinledim.[1] İnsanın eksikliğinden bahsediyordu. Otto Rank bu eksikliğin insanın doğması ile başladığını ve doğal olarak annenin rahmine geri dönme özlemiyle kendini açığa çıkardığını iddia eder. Ancak burada görünür olmayan şey tam da bu eksikliğin nasıl bir telafi barındırdığıdır. Lacan’ın – benim bugüne kadar az-çok görebildiğim kadarıyla – müdahalesi buraya olmuştur.

Eksiklik görünebilir belki, ancak eksik olan görünmez. Bu görünen eksiklik de doğal olarak onun reddiyle karşılanır. Bu reddetme edimiyle güçlü kalacağını sanır insan. Bunun neye benzediği sorulsaydı bana kader bahsini açardım. İnsanın eksikliğinin ve bilinçdışının kabulü ile kaderin kabulü arasında bir bağlantı kurulabilir belki de: Bu iki kavram birbirini destekler nitelikte, insana insan olduğunu anımsatması bakımından.

Diğer yandan eksikliğin reddi hakikatin görünür olmasını engelliyorsa, yani hem eksikliğin hakikati hem de hakiki olan Öteki’ni kabul etmek zorunda olmanın hakikati bakımından, ortaya bugünün insanı çıkabilir: Kendine sınırsızca güvenen ve kendinden ileri gidemeyen, kendini izleyip kendini gözleyen, kendinden başkasını düşünmeyen, kendine düşmüş insan. Yalnız bu kendinde olmayı hakiki bir kendindelik olarak da almamak gerekir. Bu insan kendini ancak dışsallığın gözü önünde bir semptom olarak kavrayabilir. Yani sezgisinden veya içine baktığında gördüğünden bağımsız olarak kendi dışında kurduğu ölçülebilirliğin içindeki kendisine gömülmüştür. Bu bakımdan çift katmanlı bir durumdadır: Hem eksikliğini reddeder hem de kendi mükemmelliğini dışarıdan temellendirir. Oysa mükemmel olan neden dışarı ile herhangi bir ilişkide bulunsun? Çelişkilidir ancak bunu görmez: Herkese haddini bildirmeye kalkar veya bildirir, ancak her iki durumda da kendini herkeste hapsolmuş olarak bulur. Köledir. Kendisinin kölesi gibi görünse de herkesin kölesidir. Köleliği bir silaha dönüştürür: Öteki’ni yok sayma silahı. Aynı zamanda bu silahın da kölesidir: Eksikliğini ancak böyle görmezden gelebilir. Yani her söylediği eksikliği ve asli kendiliği dışındaki her şey hakkındadır. İsmet Özel ile bitirelim: “Gördüm / gözlerinde zındanlarla bana baktıklarını / düşündüm yaslanarak şehrin kasıklarına / düşündüm kafa kemiklerimi eritinceye kadar / nedir bu kölelerin olanca silahları / silahların köleleri olmaktan başka.”[2] Kölelerini, içindeki köleleri vs. değil, bizzat köleliğini, kölelik kavramını boğdurmalı insan: Her şeyi bilmemeli, her şeyi kontrol etmemeli; haddini, ve tabii kendi eksikliğini bilmeli, herkesin eksikliğini bildiğinden daha fazla. Her şey bilindiğinde, tamamlandığında, ölüm çoktan orada bitivermiştir. İnsan, elinden geldiğince, verimsiz topraklarda yaşar. Veya şöyle söyleyelim, insana verilmiş olan toprak daima verimsiz görünür.



[1] Şu linkten tam konuşmanın başlangıcına ulaşabilir dileyen: https://youtu.be/P6PeLaCDtf8?t=12229
Diğer Yandan “anlam” konusunda söylediklerine katılmıyorum Agah Aydın’ın.

[2] Propaganda isimli şiirinden. Çok hoş bir dinletisine dileyen şu linkten ulaşabilir: https://youtu.be/zkAXviWUgqA

7.20.2020

HEGEL’S BEING, NOTHING, AND BECOMING


And straight he stands and glad of his endurance,
simply determined; as the husbandman
who began and who knew not how
from the garden of Eden finished-full
to find a way out into
the new earth.  God was hard to persuade;
and threatened him, instead of acceding,
ever and again, that he would die.
Yet man persisted: she will bring forth.
Rainer Maria Rilke

            Hegel, as one of the leading philosophers of German Idealism, starts the Chapter 1 under Section 1 as the first section of the Doctrine of Being with the explanations of three terms, namely being, nothing, and becoming. To explicate these concepts means to separate them from other concepts, and from each other to make them clear, elaborated, and elucidated.
Hegel clearly depicts that “Being, pure being – without further determination. In its indeterminate immediacy it is equal only to itself and also not unequal with respect to another; it has no difference within it, nor any outwardly.”[1] Hegel does, at this point, seem to point out that being taken as pure and indeterminate immediacy strictly has to be nothing other than itself, and also must not be unequal to another. What it does mean is that Hegel’s pure being is in itself and cannot be other than itself due to the reference to its own being, or better, its ownness. At this point, it should clearly be put out that pure being is nothing but the indeterminateness of being in general. In this context, main problematic point for Hegel is the beginning of philosophy. We might assume that Hegel surreptitiously seeks for a solution to locate becoming in philosophy. He is exactly well-aware of that philosophy cannot be posited as a science of logic, unless it is begun from a position presuppositionless; and also, that this position cannot be presuppositionless, unless it is discovered by speculative reasoning. We, thus, need to propound pure being as the beginning point from which everything else in philosophy springs. In addition to this, speculative reasoning is also a need assumed to be necessary in regard to that we cannot have any claim on the beginning point or pure being due to the fact that we are also in becoming; thus, only speculative reasoning can be our hammer to carve the mountain of becoming to make our way to indeterminateness as a beginning point.
The reason for pureness of being has already been explained enough. Now, we can move to the explanation of the concept itself, namely that of pure being. Pure being finds its roots in nothing, that is, as Hegel puts it, “… it is equally only this empty thinking. Being, the indeterminate immediate is in fact nothing, and neither more nor less than nothing.”[2] Nothing, as an addition to pure being, seems to be similar to the latter. We must be aware of that we could find a way to the existence, if and only if we have made those two concepts, namely pure being and pure nothing, reconciled and reciprocal. Unless we are aware of that that which is in the field of becoming has necessarily to be in the field of both being and nothing, and vice versa, we cannot be capable of understanding the importance of pure being and pure nothing.
As we clearly notice in the very beginning of the paragraph on becoming, Hegel puts it as follows: “Pure being and pure nothing are therefore the same. The truth is neither being nor nothing, but rather that being has passed over into nothing and nothing into being – ‘has passed over,’ not passes over.”[3] Now, we have to focus deeply on the problem of ‘passing over’ and ‘having passed over’. What it does mean is that the finitude of being can merely be unveiled through this kind of expression. In this sense, there are two important points in order to step in the infinity and finitude. One of them is that ‘passing over’ might subtly be in the pureness of being and nothing and cannot get rid of the obliqueness of this pureness. In this context, it tends to stay safe and isolated in the very root of categorical thinking, and to fall into the abyss of indifference. However, what we seek for is evidently based on the change and reciprocity. As a result, ‘passing over’ unveils itself to be a reference merely to its lack of reference regarding infinity. It is impossible to establish a relation of ‘passing over’ with finitude. In this context, finitude does become reachable only through the way of ‘having passed over’ in terms of its implication for becoming. Hegel’s second basis to use the phrase ‘having passed over’ is obviously to detect a ground for history and an end of it. In this sense, Hegel continues to attenuate the form of being, and to concretize the content of it by limiting it through ‘having passed over’.
Apparently, it seems still to be unclear why Hegel does use ‘having passed over’ rather than ‘passing over’. Therefore, Hegel give a try to use the impossibility of passing over the contradiction between isolated being and nothing in philosophy of the Eleatics. In this sense, he criticizes the Eleatics and speaks of the necessity to pass over the one-sided approach of the Eleatics. Hegel clearly depicts that “The Eleatics were the first to give voice to the simple thought of pure being – notable among them Parmenides, who declared it to be the absolute and sole truth. In his surviving fragments, he did it with the pure enthusiasm of thought which has for the first time apprehended itself in its absolute abstraction: only being is, and nothing is not absolutely.”[4] This means that the Eleatics’ thought is based on the absolute separation between pure being and pure nothing. However, in Hegelian sense, if pure being and pure nothing are absolutely taken in an absolute separation, then, it becomes impossible to explain the content of the existence, and to admit the motion.
At this point, it might be propounded that dialectics of Hegelian philosophy comes into appearance. It does not mean that there are no borders in Hegelian thought: rather than that it encompasses both the difference and identity; thus, identity in difference and vice versa. As Orman asserts, in Hegelian dialectics, the border does not only separate the thing from another, but also compound what it separated before necessarily and internally.[5] In this context, pure being and pure nothing have to be united as well as be separated.
Hegel, as one of the idealist philosophers, thus, brings forward the beginning point of dialectics. According to Stace, Hegel, in his Science of Logic, tries to explain the beginning cause of the world and to show the categories bringing forth the world. However, he does not abandon the categories as separated and isolated. Rather than this, he logically deduces each of them from others, and, at the end of the course, clarifies that those categories can be considered as a unity in which we can observe the absolute principle of the universe.[6] Thus, the Science of Logic is the main book of the Hegelian system unfolding dialectics and speculative reasoning as the method of whole philosophy.
Hegel, through this kind of unfoldment of the pure being and nothing, finds his path in Heraclitus’ thought. According to Hegel, Heraclitus asserts the true way of the abstraction made of the Eleatics. As Hegel primly puts it, “Against that simple and one-sided abstraction, the profound Heraclitus proposed the loftier, total concept of becoming and said: being is no more than nothing, or also, all flows, that is, all is becoming.”[7]
Becoming is the plain of dialectics throughout which it rides its horses. Through becoming we can experience and get to know things. Otherwise, it is exactly impossible to know anything. In this sense, becoming is the possibility of separation and unity, and thus, that of knowing.
Hegel’s concept of becoming is the essence of his philosophical system in terms of transitivity of things and knowing. In this sense, becoming can be understood as the point on which pure being and pure nothing converge. In this sense, his philosophical system involves both difference and indifference, or better, distinction and identity, both of which denotes the becoming continuing dialectics as a method of knowing.

References
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich. The Science of Logic. Translated by George Di Giovanni. New York: Cambridge University Press, 2010.
Orman, Enver. Hegel’in Mutlak İdealizmi. Istanbul: Belge, 2015.
Stace, Walter Terence. Hegel Üzerine. Translated by Murat Belge. Ankara: Fol Kitap, 2019.



[1] Georg Wilhelm Friedrich Hegel, The Science of Logic, trans. George Di Giovanni (New York: Cambridge University Press, 2010), 59.
[2] Hegel, 59.
[3] Hegel, 59–60.
[4] Hegel, 60.
[5] Enver Orman, Hegel’in Mutlak İdealizmi (Istanbul: Belge, 2015), 164.
[6] Walter Terence Stace, Hegel Üzerine, trans. Murat Belge (Ankara: Fol Kitap, 2019), 112.
[7] Hegel, The Science of Logic, 60.