12.13.2014

ZÜLFÜNDEN PEK



Aşağı
geceden koptu el
bağ oldu.
dağlar artık,
dağlar, dağlarda olanlar
altından kefen olsa yine de güç
uzamsallıktan yoksun zamana yüzmek.
zülfünden pek
teşmilinden, durmaktan ırak
kaydından bihaber
bir yüz bir şiddet,
hangisini alırdınız
düşme biçimlerinden.

Bir yazı gibi, yazıdan ırak
dağlar
bir adımdan daha az.
sözcükler israf olmaz mıdır,
olmayan mıdır.
kapandıkça
kapatıldıkça
kapılara takıldıkça
işte bir gün yine,
ivedi ateşlerle
çıkıp durmak açıklıklara.
biçimsiz, hitapsız.

                               baki karakaya

10.20.2014

HAR



-“Bazıları dönmedi.”
            Yağmur dışarıda, içinde bulunulan dışarıda... Parçalanmış insanlığının haysiyetinden. Örülen duvarlara ağıtlar yakılmış, geceler yaşanmış. Estetik değil de nedir, soluksuzluk anlarının sefil bölünürlüğü… Güzellikler tanımlanmamış mıdır? Tanımlanmasın. Çeviren kuvvet varlığını kurtaramasın. Oradan bir çıkış, bir kaçış, gidiş yolu olsa… Düzenli seyirden kaçmanın sekteye uğraması mefhumundan şüphe etmek ne mümkün! Meftun olan, yağmura direnmekten yorulmuş olabilir mi? Her yağmurun çevrilene, kapatılana yağdığı bir diyarda olmaktan muzdarip kılınmış. Ne yapılsa bu kapatılanın içinde gerçekleşmek bilmeyen, yine de kaybolmayan bir alamet gibi dönüp duran hüzün? Topraktan çıkmayan meçhul bir tohumun sınırlarında beliren kaygıdan uzakta olmayan bu hüzün… Kapatılanın sınırlarında gezen botların da sebeplerden biri olduğu; zor kullanılarak gülünç olana yöneltilmesi planlanan; kabul görmemiş; suspus olmuş; acıyla, ayrılıkla, hasretle, fırlatılmışlıkla yoğrulmuş bir hüzün silsilesi…
            Topraktan başladı: ağaç, kutsal, çoğulluk, değişkenlik, deniz, gökyüzü, yaşanan; ve yine topraktan başladı ki: işgal, kin, nefret, hınç, gayz, öç, gurbet, hüzün… Buradan bir adım atılamadı, herhangi bir tarafa. İklim değişmedi hiç. Aynı hep; olan, bulunan, endişesini damarlarında gizleyen, terk edilen, çevrilen, günden güne eriyen aynı. Her şeyin bir tarihi çıkarıldığı gibi bunun da tarihi süzüldü aheste. Aşırılıklar törpülendi; ‘geleceğe emin adımlarla yürüyen’ sınırlar demeti, avuçlarını isimsiz, anlamsız, koyu yazılmış metinlerle doldurdu: emirler masa boyundan.
            Dayatılan emir, istek, saplantı, ilhak, hasret, nitekim hüzün bir yerde… çöllere dönmüş toprak. Şimdi olmayanlar nerelere gittiler? Neyin yolunda gözden kayboldular? Evrak, dağı çöl edebilir, yakabilir, madun bir seviyeyi onun tepelerinden birinin ruh-i haletinde nüks ettirebilir; ama onu dümdüz bir ovaya çeviremez. Göğe doğru uzanan kollarını durduramaz, gökte yankılanan titreyişini dindiremez.
            Kapatılma: her nevi çevrilmenin son kıstası, tamamlayıcısı, bütünleyici gücü bir anlamda da; elbette kendisinin sürekliliğini garanti edecek bir umumiyeti de beraberinde getirecektir. Aynı zamanda bu, olayın yarattığı kırılmayı yok etmektir. Kırılma en anlamsız biçimini umumi hale getirilerek, olağanlaştırılarak edinir. Kapatılma durumunda ve konumunda filizlenen kırılmanın genelleştirilmesi, olası, sıradan olarak lanse edilmesi, olayın yarattığı değişme imkanının yok sayılması anlamına gelir. Olayın özerkliğini ve yeniye dair kıvılcımın bir parçası olması kanısını yok edecek olan körlük ancak ve ancak onun sağladığı hareket alanını görmemekle açığa çıkar. Olayın kurtarıcılığı, onun atmosferini paylaşanların değerlendirmesine kenetlenmiş, derinlemesine bir süreç olarak kendisini açığa çıkarır. Olay, yeni bir açıklık ve serbestî yaratmaktadır.
            Buna karşılık kapatılmanın yoğunluğu, fiziksel kuşatılma olarak, sürekli bir şekilde azalmaktadır. Nasıl ki cezalar iki yüzyıldan beri ağır bir şekilde bedeni esaret altına almak suretiyle uygulanmıyorsa, daha çok kişilik haklarını, ekonomik ve tinsel özerkliği boyunduruk altına almak durumundaysa; çevrilme de, fiziksel olarak verilen zararın işlevsel olarak algılandığı ilkel biçiminden uzaklaşmak koşuluyla, özerkliğe ve kendiliğe karşı yöneltilen bir tehdit olarak varlığını sürdürmektedir.* Burada, mümkün sınırlar dâhilinde, çevrilenin kendisiyle yüzleşmesi konusunda zorunluluk teşkil eden bir sorun ortaya çıkar. Söz konusu sorun, olayın ortaya çıkmasının ve en nihayetinde politikleşmesinin engellenmesine yönelik saldırının bir uzantısı olarak gerçekleşen yaklaşım farklılığının karşısında ne tür bir tavır alınacağıdır. Olayın toplumsallığının yarattığı alan çerçevesinde çözüm üretmenin imkansızlaştırılması, düğüm haline getirilmesi, tıkanması doğrudan bir atak olarak değil, bilakis, bir dolaylama süreci olarak belirir. Dolaylamanın dağıttığı, görevin bölünmesini içeren bu aşama içsel bir hesaba dönüşür. Öyle ki, edimin indirgendiği bu yönelme, kapatılanın gerek işlevsel gerekse içerik açısından boşaltılmasını sağlamak iddiası üzerine temellenir. Bu bir araçsızlaştırma, ötekinin ivmesini kaybetmesine neden olma atılımıdır aynı zamanda. Nasıl önüne geçilir bu bozulmanın? Bu araçsallaştırmayı engellemek, dolaysız kapatılmayı korumak, sürdürmek manasına geldiğinde bir anlam taşımaz. Bütüncül bir kalkışmanın dışındaki her hareket kendi alanını meşgul eder, parçalar. Dolayısıyla alanın çeviren tarafından eritilmeye çalışıldığı bir konumda, kalkışmayı sağlayacak hamleye yer açmak adına olayın kapatılan tarafından baştan tasarlanması gerekir. Bu yaratma cesareti, ‘olacağına giden, boğulmaya doğru yol alan’ olaylar silsilesinin belirlenimini kapatılanın ellerine teslim edecektir. Kapatılmanın ağırlığı üzerine düşünülebilir, ancak cesaret her zaman için olmak-olmamak uçlarından yalnızca birine mensuptur. Cesaret, dengesizliktir; kapatılanın da denge talimine ihtiyacı yoktur, kendini kapatan olarak tahayyül etmediği müddetçe.
                                                                                                          Baki Karakaya

7.06.2014

MODERNE İÇKİN GÜZELLEME

I.
'Bilemezsin' diyerek anımsatıyorlar
'Varlığı bir asrı bulmamış koca çınarızdır biz'
'Sen' diyorlar, 'daha hiç bayım diye seslenmemiş müsvedde'
'Neden akıp gitmiyorsun sanki tüm ikilemlerinle, eklemlerinle'
Ben, hala daha bir limonluk hırsızı
Şekil almayan arsızı yalnızca yuvasında görünür olmuş sancının
Yıkıldığında, heyhat,bir hazzın beyaza dönüşümü esenlik dolu mavilerden
Asırlık da olsa, günlük de; ziyansız suyun haricinde.

Hiç unutmam oysa / buranın en yerlisiydi gözlerin
bilemezsin demeksizin anımsatıverdi
İşte tam da budur İzlanda inayeti.
Unutmanın utancı çöksün üstüme istemem
Ben, daha doğumsuz bir sancının habercisiyim
Anımsıyorum, anımsıyor muyum ki,
Etten kemikten bir modernite temsiliydi yüzün
Yine de ben bakmalar sahibi değilimdir, yanılmıyorsam
Kavramıştım bir vakit, ancak bakılanlar ölür,
Kendiliğine kavuşamamak derdinden muzdarip olup.

II.
Böylece sürdürebilir misin tetkikini bir suyun berraklığından aşıp
Bir gün daha, bir güne daha; ki
Budur olsa olsa bir şehrin cinayeti.
Hatırlanır tarafından zannımca
Sınırlılığı bir yere aitliğin
Geçmemek, geçememek boşluktan avare
Zamana yayılan bir mahremiyet ekseni fikrinde.
Uçarıyız, inisiyatifsiz bir koşunun artakalanlarıyız her nefeste
Gündüzler hala basık
Bir yere doğmak için, varmış olmak adına,
Var olmaya
Sen gençtin, geçtin.
Ya bin yıllık İzlanda? Ya bin yıllık bedenim?
Sanıyorum ki teyit edilir tarafından,
Sınırların el sıkışmadığı hakikati.

6.14.2014

İZLANDA İNAYETİ



I.
Bir susuzluk-san
Keyfî bir açığa kavuşmanın son damlasını tüketmiş
Şimdi konuşuyor, şimdi gülmenin dalından tutunuyor-san
Bil, derim ben; ki böyle uzun uzadıya bir ağartıyı kaldırmak için
Nefesin biraz daha
Biraz daha mezarlıktan ödünç alınmış buluta benzesin.
Kim diyor-san, cevabı bir asırdan kısa zulümlerin,
Yani gülmen için ağlatılmayı, kahrolmayı çevreleyen kara.
Sen de gülersin, ölüyor-san; seninle bir olmuş zehri görüyor-san.

II.
Öyle ki, dokunulamıyor
ve sözcükler yakınlaşamıyor
Her bir dışarıya çözümlenişinde boyunun, boynunun,
daha fazlası hariçten
Olmayan yaşamını çeviriyor-san
Oldukça anlamsız kelimelere ithafen,
Bir yerden mahrum, ancak tek bir yerden.
Derken failsizliğinden muzdarip olup
Her ağaca, her kara, kışa selam veriyordur kurulan hayalin.
Hayalin,
Hayalinden gayrı neye sahip-sen
Kaç.
Kolu kırılan köle gibi; korkmadan,
Uzaklaşmadan.
Sonrasından ziyade,
Olmadıysa son.
Son-u
Olamaz ya bir küskünlüğün.
                                                 Baki Karakaya

5.17.2014

ÇOĞUL CLYTEMNESTRA

                [Soma'ya ithafen]

                Olan bu değil, biliyorsunuz. Ne kadar uzakta olduğunu düşünüyorsunuz gelmekte olanın? Bir gün gelir mi? Yani yine siz bilirsiniz işte, değerli olanlarsınız. Bir varlığın varlık olmaklığından çıkarılıp eritilene dönüştürülmesini bilirsiniz mesela. İddia edilmez olur mu aksi; edilir. Yollarını bulmak lazım gelir sizce bir olanın tersine döndürülme ritüeli öncesinde, onu asla sağlamayacak olan. Bir şeyler böyle sürüklenirken… Siz, yüce insanlık, bir ‘şey’ değilsiniz; hiç olur musunuz siz sıradan bir varlık. Bazısı biraz kendinden uzaklaştırılır tarafınızdan. Tarafınızdan suların çekilmesinden, kendiliklerin arasına bir olumsuzlayıcı ve yalıtıcı olarak taşların yerleştirilmesinden farksız olarak… O kadar çok dağsız taşsız dünya oluşturulur ki; nereye gittiklerini düşünmek zaman almamasına rağmen.
                Böylece karanlıklar aydınlanırmış; aydınlanmakta olmaktan bıkmayan karanlıkların kendilerini muhafaza ederek aydınlık denilen yansımaya süzülmesi neyi ifade eder? Gidildi bir aydınlığa, siyah bir geceden ne olduğu bilinmeyen aydınlatılmış bir geceye. Absürt bir ilerlemenin peydahlandığı bir muammaya... Öyle ki, ne kadar insan insanlığından geçerse o kadar yeşillenecekmiş bacalar, içlerinde insafsız kurumlarla. Doğulur, konuşulur, gidilir, ölünür sonunda bir yarın için. Yarını görmek için yarından önce ölünür. Nasıl bir yarın olur o halde? Nasıl bir belirmekte olanın belirsizliğidir bu? Zorunda olmanın gerektirdiği, getirdiği, dayattığı bir eksik bitim mi? Günlerden, günlerin aldıklarından biraz daha fazlasını kaybetmek zamanı mı? Her zaman böyle değil mi? Hayır, nedense bir arada bulunulmadığında böyle değilmiş gibi davranılır hep. Farklı yerlerde olduklarında, ölmediklerinde, içerisinde oldukları bedbaht hayat kimsenin dikkati için bir celp özelliğine bürünmez, büründürülmez. Sanki absürt ilerlemenin çevirdiği, kuşattığı, kendisine bakmaya zorladığı hayatı kabul etme ritüeli süreklilik arz eden ve zorlayıcı bir mefhum olarak duruyormuş gibi karşısında ‘şey’ olmayanların ya da metaların koşulladığı aşkınlığa içkin hale gelmiş olanların.
                Öldürülürler. İlerleyenlerin hırslarında kaybolan zayıflıklara dönüştürülürler. Kırmızı halılar getirilir. Bilinir ki bu halılar bir şeylerin aktarımı içindir; bir yerden tanımlanamaz bir biçimsizliğe, hakkında yorum yapılamayacak kadar bilinemez olana. Ne kadar da kolay kanun haline getirilir yok olmanın titremelerle başlayan kabusu. Yok, savrulanlar, ölümlerini kendilerinden uzaklaştırmak isteyemezler elbet; buna ne kurallar müsaade eder, ne de uçsuz ve insan yiyen deliklerin hükümranlığı olarak ilerleme şapkaları ve gelişme kravatları. Evet, içsel bir güzel var olma tutkusudur kör edilen, tüm bu kapatılmışlıklara maruz bırakılan. Ancak hiç önemli değildir, yeter ki bazısının yedi sülalesinin de hayat standartları saplantılı şehirlilik, sonsuz ilerleme alanından aşağı düşmesin. İnşa edilenin üzerinde, diğer insanların üzerinde yükselen güruhun talepleri mütemadiyen karşılansın. Kırmızı halılar kendilerine olan ihtiyaç bitince diğer kurbanlar için bekletilirler. Biraz irdelenirse anlaşılacaktır ki, meğer olanlar yüzyıllık lanetin saçaklarındaki yıkıcı olumsuzlamanın sonuçlarıymış. Anlamayacaklardır, müdahale edilen yitirileni alan değil, yitirilene denk olandır. Kravatlı kırmızı halılar götürürler onları, ancak yalnız değillerdir yolculuklarında. Kravatlı kırmızı halılarla beraber Clytemnestra da onlarladır. Bizzat suçu işleyen, suç olarak algılanmasa da, götürür onları; toprağa karıştırır. Bilmeyenler, yitirmenin bu çeşidiyle yüzleşmemişler, nefesini cebinden alanlar… ve elbet ilerleme adımlarıyla yaşayıp yitirileni desteklediğini ifade edenler… bilirsiniz ki görülür sonunda yitirilenin toprağın içine halılar tarafından olduğu kadar Clytemnestra tarafından da atıldığı; failin çoğulluğu.
                                                                                                                    Baki Karakaya

4.27.2014

SONRADAN BLANCHOT İLE


                Maurice Blanchot ile başlasın kendini oluşuyla birlikte bitiren.
                “Yapıttan, sanat yapıtından, yazı yapıtından, söz yapıtından önce sanatçı yoktur, yazar yoktur, konuşan özne de yoktur, çünkü üreticiyi üreten, onu kanıtlayarak doğuran ya da ortaya çıkaran üretimdir (bu, yalınlaştırılmış bir şekilde, Hegel’in ve hatta Talmud’un öğretisidir: Yapmak, ancak yaparak yapılan varlığı ödüllendirir –neyi yapmayı? Belki de herhangi bir şeyi: herhangi bir şeyin önemi üzerine yargı zamana, olup bitene, olup bitmeyene bağlıdır: son yargıyı aramaksızın tarihsel etkenler, tarih denilen şeydir bu.) Ancak, yazılan yapıt yazarı üretir ve kanıtlarsa da, bir kez yapıldı mı, yazarın sadece çözülmesine, yok oluşuna, ayrılışına ve, daha acımasız bir şekilde dile getirilecek olursa, zaten hiçbir zaman kesin biçimde saptanmamış olan ölümüne tanıklık eder: Bir durum saptamasına meydan veremeyen ölümdür bu.” Maurice Blanchot
                Bir karşılaşma hayal edilecek olunursa görülecektir ki, karşılaşmanın karşı karşıya iki ayrı bütünlük barındırması oldukça güçtür. Neden karşı karşıya olamadıklarını açıklamak, onların neden kendileri olarak var olduğunu açıklamaya göre biraz daha mutlaklıktan yoksun olsa gerek. Belki daha zor değil; ancak kuvvetle muhtemeldir ki, karşılaşamamanın getirdiği karşılaşmayı barındırma istenci ya da karşılaşmaya sahip olunabileceğine dair telafi kendini karşılaşamayanların karşılaşamamasının nesnesi olarak ortaya çıkarmayacaktır. Sözü edilen telafinin telafi olarak kalmak zorunluluğu burada, tüm bu muğlaklığın içinde terennüm edilmiştir. Bir yere gitmek için yol aramanın getirdiği yol yoksunluğudur bu. Aslına bakılırsa, bir yere yönelmenin imkanı haline gelirken, oraya gidememenin eksikliğidir. Karşılaşamamanın telafisi, doğurduğu karşılaşma istenci, ‘bilinemez olana dair’ bir istemedir. Nasıl söz edilebilir ki onun istemesinin onda bulunamayacak olana doğru gerçekleşen tezahüründeki yanılsamanın onun kendisine ait olduğundan? Tersine şunu demek mümkün olacaktır; yanılsama olan, kendini, olmayanın olmamasından aldığı güçle açığa çıkarmaktadır. Karşılaşmanın doğasından söz etmek mümkün değilse de, şöyle bir düşünce bir doğanın ortaya çıkmasına vesile olmadığından ve onun yokluğuna binaen temellendirildiğinden açık bir noktada belirir; karşılaşmanın imkan dahilindeki yanılsaması bilinemeze göndermede bulunacaktır. Bilinmezden çıkarak bilinmeze uzanan bu nitelik kaybı kendine bir oluş atfedilmesini arzulamaktadır. Kaybın kayıptan arındırılması şeklinde güç bir durumun meydana gelmekte sıkıntı çekmemesi üzerine düşünülmelidir.
                Dünyada olmanın getirdiği korkunun ve kaygının bir benzerini bulmak mümkün müdür? Ancak dünyanın dışındaki bir konukluğa, bir konukluğa daha, tahammül etmenin imkanı dahilinde bu soruya bir cevap getirilebilir. Karşılaşmanın imkansızlığının genişliği kendini konuklukta belirginleştirmektedir. Bu belirgin olma durumu orada olanın birleşmeyi beklemesinden, ancak o birleşmeyi konuk ve ev sahibi birleşmesi olarak asla deneyim haline getirememesi probleminden kaynaklanmaktadır. Kabul edilmelidir ki konuk, konuk olduğu yerde sadece konuk olarak varlığını belirgin hale getirmez. O, aynı zamanda ev sahibinin ev sahibi olmasına da müsaade etmektedir. Yalnızca bu kadarla sınırlı kalmaz elbette, ev sahibini sınırlamak da konuğun işlevlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Kendinden sorumlu olduğu kadar konuğundan da sorumlu olduğu varsayılan ‘sahip’ ise konuğun sınırlayıcılığını hafifletme olarak ele alınabilecek olan bir görev çizgisiyle çözüme kavuşturmaya çalışmaktadır. Konuğa verdiği haklar konuğun konukluğuna vurgu yapsa da, ev sahibi tüm bu haklarla aslında kendi konumunun sınırlılığını yansıtmaktadır: çünkü ancak bu şekilde ev sahibi hem bir efendi, hem de konuğun isteklerine sessiz kalamayan bir hizmetçidir. Yani konuk olmanın içerisinde barındırdığı tüm bu çetrefilli durum konuk olmanın sorumluluğu olarak kavranabilir. Ayrıca, konuk olma, sürekli bir yenilenmeye tabii kılınmak anlamına gelmektedir. Ancak bu yenilenmenin mahiyeti olmayı yok etme süreci, yani başladığı andan itibaren yok olarak mümkün hale gelme sürekliliği olarak belirgin duruma gelecektir. Gelmekte olanın sahip olana gelmekte olduğu yargısının ve bu gelme sürecinin karşılayacak olanda sürekli olarak meydana getirdiği sahip olma düşüncesinin sonsuz bir biçimde tekrarlanması için gelenin sürekli olarak gelme eylemini tekrarlaması gerekecektir. Dolayısıyla, ‘gelmek’ eyleminin ne derecede bir gelme içerdiği her zaman üzerinde düşünce çarpıştırmaya açık olsa da, konukluğun kendisine kavuşulamayacak derecede kendini sonsuzda temellendirmesinin, yine konukluğu silen bir sürekliliği aşikâr hale getirdiği ortadadır. Burada Derrida’nın şu sözleri de konuya açıklık getirmesi bakımından anlamlı olacaktır: " 'Hoş geldin'in ne demek olduğunu bilmediğini ve belki de tam anlamıyla hoş geldin olan, <sahte ya da koşullu olmayan> bir hoş geldin olmadığını itiraf ederek hoş geldin demek görünüşte edimsel bir çelişki; anlamı ve sonuçlarına yabancı olmadığı -'yabancının' ne anlama geldiğini varsayarsak ve tüm konukseverlik sorunu orada da odaklanıyor- <Aristoteles'e atfedilen> 'Ah dostlar, hiç dost yok' tümcesindeki türden bir paylama kadar tuhaf ve şaşırtıcı bir edimsel çelişki." Daimi bir çelişkide var olacak olan konukluğun dünyadaki konukluk olarak ele alınması da beraberinde dünyaya dair olanın konukluk kavramıyla birlikte eritildiği düşüncesini getirecektir. Nitekim böyle bir süreklilik içerisinde tekrarlanan konuk olmaya teşebbüs etme halinin karşılaşmaya olan teşebbüsün tekrarında da ortaya çıktığını anlamak zor olmayacaktır. Karşılaşma da kendinin hazırlanışını, kendi için, kendinden daha elzem bir hale getirerek oluşumunu sürekli kılmak durumundadır. Ancak oluşumun bir bütünlüğüne kavuştuğunu iddia etmek güç olacaktır. Karşılaşma da varlığını onu hazırlayan olgu üzerinden sürdürmektedir.
                 Öyleyse, dünyada konukluğu sağlamak adına kendi süreksizliği ya da sonluluğu aracılığıyla genel sürekliliğin korunmasını amaçlayan insan, hiçbir karşılaşmanın gerçek öznesi konumunda değildir. Yalnızca naçiz ve süreksiz varlığı ile karşılaşma durumunun her zaman hali hazırda bir ihtimal olarak kalmasına olanak sağlamaktadır. Lakin şunu da belirtmek gerekir ki, bu olanağın sağlanması aynı zamanda insanın insan olarak artık orada bulunmasının yitirilmesine, sonlanmasına uzanan bir yolu, yazıyı, açığa çıkarmaktadır. Karşılaşma, kendini ve ona ulaşan insanı sonlandırmaktadır. Hem sonluluğu belirtmekte hem de kendisi adına sonluluğu gerçekleştirme eylemini serbest bırakmaktadır. Karşılaşma, bir müddet sonra, ölümle karşılaşma haline gelecektir; ancak bunun gerçekleşmesi için sonlunun, insanın, sonluluğunu tatmış olması gerekmektedir. Yazarın karşılaştığı da dolaylı bir ölümdür; yazısıdır. Yazı, onu yazanı tüketmektedir. Yazarın ayrılışı ve yok oluşu da budur; yazıya can verdiğinde kendisini mahkûm ettiği ölüm.
                                                                                                        Baki Karakaya