11.17.2016

HATİF




Vücudunu anımsıyorum giriftliklerin ortasında
Üst dişlerinin alttakilere karşı hâkimiyetini
Açılıp sonsuza tesadüflere kapanışını çenenin.
Bir günün boğazdan geçişi,
Gecenin durmadan akışı
Bu olsa gerek
Durmaksızın sarsılışı
Yeryüzünün.
Ve fazlalıklarımız
Fazla varlığımız,
Ağırlığımız toprağa;
Ve kırılışı,
Süregiden azalışı Varlığımızın,
Devam eden sonlanışı.
Bir kültürün hammaddesi saçlarının toparlanışı
Vakit ne olursa olsun,
Nasıl geçerse geçsin zamanın suları diyarlardan;
Alçalsın ve doğduğu yerden düşsün, ne olacaksa.
Herkes olur bir söylenen, anılan bir dönemde.

Kimisi böyledir,
Biraz çekilmiş, fazla değer vermeyen içindeki yerlilerine.
Bir saflığın ve ona yolculuğun şad olmaklığından uzak.
Biz böyleyiz ve
Ne desek alabildiğine yalan olur hükme dair,
Açılıp kapanır çiçeklerimiz,
Olduğunca nefes veririz bu diyarda.

                                               Baki Karakaya

11.16.2016

BÜTÜN-VARLIK



                Nedir uykuyu bölen ve bu şekilde geride bırakan? Öncelikle sorulması gereken şu ki; neyin eksikliği yaşanıyor? Belki bir farkın pozitif ya da negatif değeri ya da yalnızca var olmaklığı. Bu durumda pekâlâ yaşanan eksikliğin eksikliği de olabilir. Öyleyse neyden yola çıkılabilir? Bir gerilimden ya da kat edilemez bir aralıktan? Belki bu yalnızca varılacak yerdir, mümkün oluyorsa.
                Hayatı bireysel hayat ve politik hayat olarak ayırmak yerinde ve gerekli bir hamle değildir. Tam tersine bu ayrımın gerçekleştiği her noktada yaşamı sıkı sıkıya savunmak ve onu bu düalitenin içerisinden çekip almak gerekir. Bunu yine de biraz farklı bir şekilde tasarlamak gerekir: yalnızca başka bir ikilik ile mevcut durumun içerisinden çıkmak imkân dâhilinde olamaz. Ancak aynı zamanda bunun herhangi bir şekilde temel bir değer atfıyla ya da doğrudan doğruya, elbette yine bir ayrıma denk geldiği ölçüde, doğa yaratımıyla olmayacağına dair anlayış da bariz bir şekilde kendini gösterir.
                Psikolojinin ortaya çıkışı, bugünkü mevcut hikâyenin aksine, bir zihin ve beden ayrımının bedeni ve zihni ayırması ölçüsünde psikolojinin de kendisini özerkleştirdiği şeklinde anlaşılmamalı; hatta bu varsayım mümkün olduğu kadar reddedilmelidir. Bir ayrımın içerisinde ortaya çıkan ilişkiler ve bu ayrımı oluşturan her bir parça bir bütünü hiçbir zaman temsil edemez. Beden ile zihnin ayrımı nasıl ki doğrudan doğruya Descartes’la başlamış bir süreci nitelendirmiyorsa ve belki de inancın öne çıkarılması ölçüsünde bedenin geri planda kalmasının bir sonucu olarak uzun dönemdir varsa; bu durumda, yaratılmış, açığa çıkarılmış, varsayılmış olan tüm sınırlar yüzyıllardır hapsedicidir.
                Bu bakımdan, bugünkü anlamıyla ayrımcı, tek boyutlu ve problem yahut çözüm odaklı olarak öne çıkan bir psikolojinin insan türündeki varlığa herhangi bir katkısı olamaz. Bu yalnızca onun, tanımdan kaynaklanan zorunlu bir ayrıma girmek gerekirse, bireysel varlığına sunulmuş ufak bir geçici çözüm olanağı olarak açığa çıkabilir. Bir varlığın nasıl yalnızca terapi ile, birinin yüzüne bakarak değişeceği düşünülebilir? Bir diğer soru hemen bunun akabinde sıkıştırır varlığı: nasıl bir varlık hayatın yalnızca terapi ile yola koyulabileceğini düşünür? Yine, elbette, nasıl bir varlık böyle düşünecek ölçüde varoluşundan kopmuş durumdadır? Burada varoluş, kelime anlamı olarak doğrudan odaklandığı, hiç olmak’tan çıkmış olma durumunu temsil etmiyor. Belki bir hiçlik öne sürülmüş olsaydı o zaman yine belirli ikilikler yaratarak bu işin içerisinden sıyrılmak kolay olurdu; fakat şu anda değil. Bu başlı başına hiçliği reddetme, onun varlığını görmezden gelme anlamına çıkmaz; lâkin hiçliğin durumunun erişilemezliğini kabul etmek olabilir. Heidegger’in düşünüş yoluyla belki hiçlik tuzağının bizi kuşattığı veya çevrelediği bir durumu tahayyül etmenin imkânından söz edilebilir; ancak bu durumun varoluşun dışında gerçekleşmediği konusunda hemfikir olmak zorunlu bir yoldur: ön gereksinim olarak varoluşun dışında bir noktada yaşamak, nefes mümkün olmadığı ölçüde. Kaldı ki, ancak bir nefes yoluyla varlık ilk ölçüde hissedilir.
                Benzer bir yaklaşımın, en azından ilk bakışta, Marx’ın Yahudi Sorunu adlı metninde de ortaya çıktığı görülebilir. Yoğun bir şekilde sivil toplum ve politik toplum ayrımı yapar Marx ve tüm metin aslında bu ayrım üzerinden ilerler. Ancak metin boyunda ikinci planda kalan, çok az görünür olan, açıklanmayan ve yalnızca kendisinden söz edilemezliği yoluyla kavranabilen bir durum vardır. Bu nokta, tam da Marx’ın politik toplumla sivil toplum arasında bir türlü gerçekleşmeyen net ayrımın eksikliğinden yola çıkarak, doğrudan belirtmediği halde, bu ayrımın ortadan kalktığı bir yapıya işaret ettiğini gösterir. Sivil toplum ve politik toplum zorunlu olarak birbirini içerir; öyle ki, politik toplumda sivil toplumun, yani kişisel ve bireysel çıkara yoğunlaşmış yaşayış tarzının doğrudan doğruya bir kuruluşunu görür Marx. Politik toplum insanlar arasındaki farkı varsayar ve ancak bu şekilde kendini kuracak bir zemine sahip olur. Bunun aksi durumu ele alınırsa da görülür ki sivil toplumun temel yasaları, yani temel insani hakları betimleyen maddeler –ki Marx burada Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkmış yasalardan bahseder– zorunlu olarak politik toplumun müdahale edişiyle kendini açığa çıkarabilir. Diğer hakların koruyucusu durumunda olan mülkiyet hakkı bile temel bir politik-toplumsal hususta kesintiye uğratılabilir.
                Marx’ın metnine gömdüğü ve kendinden emin olmasa da beklediğini hissettirdiği durum tam da bu ayrımların kendilerini feshetmesi, lağvetmesidir. Zaten oldukça kötü durumda olan Almanya’nın teolojik tartışmalarının yanı sıra Kuzey Amerika ve Fransa örneklerinde ortaya çıkmış olan teori ve pratik çelişkisi de Marx’ı tatmin etmez. Beklediği, istisnayı şart koşan bu ayrım saplantısının ortadan kalkmasıdır; her ne kadar kendisi de bu yolda ayrımlara başvurmak zorunda kalsa da.
                Eğer –genelde ikili– bir ayırma yoluyla psikolojik farklar ya da toplumsal sorunlara çözümler üretiliyorsa, orada üretilen herhangi bir şey yoktur. Elbette bir şeyler üretmek için değil, fakat varoluşu hissetmek, onun hissiyatını elde etmek amacıyla, yaşamak adına bütüncül bir düşünüşü hayata geçirmek gerekir. Varoluşu politik ya da sivil bir yaşamın varlığı ve kaçınılmazlığı olarak verili bir şekilde almanın imkânsızlığı, bireysel ve toplumsal yahut kültürel ve doğal ayrımlarının keskinleştirdiği şekilde işlemenin olanaksızlığı varlığın yeterince deneyim sahibi olduğu bir husustur. Belki de kısmi bir totolojik vurguyla şunu belirtmek gerekir: varoluş varlıktadır; onda vücut bulur ve onda gerçekleşme aşamasındadır; ve bu bir başlangıç noktası olabilir, özgürlüğün imkânını sunan.
                   
                                                                                                                  Baki Karakaya

10.07.2016

MUHTEŞEM DÜNYA


"Thomas oturdu ve denize baktı. ... Sonra, daha güçlü bir dalga onu ıslattığında, o da kum tepeciğine indi ve onu anında yutan çalkantılı suların içine süzülüverdi." 
Maurice Blanchot - Karanlık Thomas

Ve bir su olmuş akıyor bugün,
Unutulmayan, karanlık bir avuntuda sürüklenişi.
Kıyıya devrilişi, selin içinde batıp-çıkmışlığı.
Yükseliyor bir cesetle birlikte umursamaz bir yüzün
kayıp gitmekten beter bulunduğu anlam keşmekeşi.
Orada olan oradadır,
Kalır bir görünümün günden güne eriyen varlığı;
Yarım olur, az olur, azalır:
Burada, ey biz, insan,
Yok olmak adına vardır.

Oluyor ve hırslanıyor;
Olsun bir sel, olsun bir uçuşun gölgesi.
Akmak olsun, akmaktan olmadan önce,
Geçmek olsun önce, göçmekte olmadan.
Batıyor bir uzağa, bir uzakta,
Ayırt edilemez bir yokluğa,
Dahası düşünülemez bir yoklukta.
Uçsuz bir okyanusta,
Yüzüyor herkes gibi, her şey gibi.
Görüp kırpıyor gözünü,
Yok ediyor ve var ediyor bir an için;
Orada olmak ve yok olmak,
Okyanusun kanunu, sellerin sonu.

Kayboluyor sonunda,
Bulunduğu yerden ırak olmadan
Gitmiş halde en uzağa,
Kaybediyor kendini, buluyor.
Bir sınırın sürekli denetlenmesinden kaçmanın adı bu:
Teslim olmak ya da reddetmek hattın varlığını.
Neye yarar keyfi bir farklılığın bulunuşu,
Kıyı nihayetinde yol olur,
Varlığından kaçan,
Sonsuz bir kıyıda kendini bulur. 
                                                
                                                Baki Karakaya

3.25.2016

‘BİR PARÇALILIK’ ÖRNEĞİ



           Herakleitos’tan kaldığı düşünülen, aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağına dair sözün neyi belirttiği az çok açıktır herkes için. Eğer yıkanılabileceği düşünülüyorsa, ya nehre dâhil olunmuştur ya da ‘aynı nehir’ tamlamasının ifade ettiği anlam kaçırılmıştır. Doğru, bir nehirde iki kez yıkanmak mümkün değildir; iki kez yıkanıldığında yalnızca uzamsal olarak benzer bir yerde bulunmaktan mütevellit bir sağduyuyla karşılaşılır, nitekim sağduyular da kendilerine itimat edilen bir noktada değil uzun süredir. Bu bakımdan kısa bir düşünme seansına –buna seans demenin olanaklılığı dâhilinde– kaptırılırsa ‘köksüz’ kök ya da ona içkin olan; belki de olası bir paramparça edilmişliğe, kıvrılıp atılmışlığa ulaşmak, naifliğin şeklini çizecek olana yönelik ufak bir adım atmak için yola çıkmanın zaruriliği kayda alınmış olur. Bu durumda hem yolda olunur hem de yoldan en uzakta: yolda olunur, düşüncede, tanımlananın üzerinde hedeflenene gidildiğine dair bir katiyet zuhur eder; yol kaybolur, duyumsananın yitirildiğine, bütüncül olarak algılanamadığına dair her şüphe yolda olduğu düşünülen varlığın yüzüne çarpar, var olmanın ona bir türlü tam olarak hediye etmediği suratını siler, yeniden yapar, eksik bırakır. Böylesi bir durumda ‘insan’ olarak adlandırılan değişmek zorunda kalır; değişirken de yanında umutsuzluğunu ve çaresizliğini amansızca, yılmadan, yorgunluğunu kabullenerek taşır. Varlıkta olan dönüşümün neyi getirdiği neyi götürdüğü önemli olmakla birlikte, muazzam derecede ehemmiyet arz etmesi mümkün değildir; daha ziyade, sürekli olarak boynunu eğer, bilhassa ‘insan’ olarak adlandırılan. Onursuzluk, haysiyetsizlik ya da onurluluk, haysiyetlilik; hiçbir şey ancak hiçbir şey onun doğasında bulunamaz, keşmekeşlik dışında. ‘İnsan’ olarak adlandırılan, bir dönüşümün içindeki sayısız zerreden, işlevsiz, cılız, aciz zerrelerden sadece bir tanesidir; yalnızca, kendisini bilebilirliği muhtemeldir: bu da kendisi olarak gördüğü bütünlüğün sınırlarıyla doğrudan ilintilidir. Bir’dir, Çok’tur; dönüşür, dönüşür, ömrü eritir. Zaruret ve feragat onun üzerinde bulunur, buluşur. 
                                                                              Baki Karakaya

2.20.2016

HİCR



Başlarını ellerinin arasına almışlar
o çoğul ve canavar ellerinin
düşünemeden bir anının yansımasız varlığını,
herhangi bir eylemi benimsemeden bir başkaca kapıyı çarpan.
bu olsa olsa bir ölümdür kesinliğe bulanıp gelen yakına
“şimdi çıkar”, diye tasarlarken,
“ne olduğu ortaya.”
büyüdükçe büyür
konuşmasız, yaşamasız bir gerçeklik karşılarında
ziyaretler; gelenler, gidenler
ve eriyenler
hepsi ama hepsi sıralanmış
ağrısız bir zaman aralığında.
güçlü ve yapıcı olduğu düşünülen bir anlatının sınırlılığı gibi
atması gibi birilerini yine bir yerlerden ırağa
sayılar, sıralar, uysallıklar çağından yana
ve elbet ona eklemlenmiş bir boşluğun icadına;
dışarıda kalmak kadar,
dışarıda olan da, böylece içerisinde bir endişenin,
hercâi.

“söylenecek olan, kendisinden feragat edilmiş olandır” dedim
bunu yansıtırken de uzaklaştım bir niteleme üzengisinden;
acısız, hissiz, sancısız, iradesiz, salt düşüncenin ellerine
yeni bir yanılsamaya doğru
hareketsizlik konumumuzu kazanmamızı sağlayan,
teslim olmaya giderken tüm silahları kuşandığımız yerdeki
hazin bir hikâyenin akışkan şeridinden.
kımıldamıyorum belki yerimden;
çürüklük gibi ağır, kesif bir değişmezlikteyim sanıyorlar
umut ediyorlar ki
kendimi orada konumlandırmış olayım,
gömlekler giyip evlerden çıkıyorlar
bir başka sokağa
bir başka caddeye
ve nihayet herhangi bir iskeleye ulaşıyorlar.
ben böylece
akışkanlık içerisinden durağan görünen
yine de bulanıklaşan bir resmi alıp duvarlarıma asmış oluyorum,
tekrar tekrar yapıyorum bunu;
ve bilip bilmemenin önemine olan inancımı
silkeliyorum üzerimdeki kırıntılarla aynı esnada.

“bir yokluk beliriyor,”
diye söyleniyorum içten içe
“alelade bir boşluğun, penceresini
bir yabancıya kapatamayışından hareketle.”
ayaklanıp bir sığlığın ortasına düşmek istediğimi seziyorum
ve düşünmüyorum bunu
ayrı bir kefede yaşamın dağılımından,
her nasılsa o duvarın dibinde buluyorum
hem onları, gelip geçen yaz sonlarını
hem de bir sürüncemenin uzlaşmaz halini, zannımca kendimi.
on yıllarca bekleyip mektup alamayanların
yağmurda dışarı çıkmayanların hüznü
sirayet ediyor bazı zaman kimi aralıklara;
çözülüyor tortu gibi birikmiş insan tanımlamaları,
devamlılık sağlamadan dağılıyor
öyle parçalanıyor ki yaratılmışlıklar
sürekliliği de bozguna uğratmış oluyor
beklenmeyen, tahmin edilemeyen
bir kahkahayla üstelik.

ve dönüp bir kez olsun bakmıyorum onlara,
nerelere ulaşmış yangınları
yahut ne kadar yakın duyumlarıma.
                                                                              Baki Karakaya