4.27.2014

SONRADAN BLANCHOT İLE


                Maurice Blanchot ile başlasın kendini oluşuyla birlikte bitiren.
                “Yapıttan, sanat yapıtından, yazı yapıtından, söz yapıtından önce sanatçı yoktur, yazar yoktur, konuşan özne de yoktur, çünkü üreticiyi üreten, onu kanıtlayarak doğuran ya da ortaya çıkaran üretimdir (bu, yalınlaştırılmış bir şekilde, Hegel’in ve hatta Talmud’un öğretisidir: Yapmak, ancak yaparak yapılan varlığı ödüllendirir –neyi yapmayı? Belki de herhangi bir şeyi: herhangi bir şeyin önemi üzerine yargı zamana, olup bitene, olup bitmeyene bağlıdır: son yargıyı aramaksızın tarihsel etkenler, tarih denilen şeydir bu.) Ancak, yazılan yapıt yazarı üretir ve kanıtlarsa da, bir kez yapıldı mı, yazarın sadece çözülmesine, yok oluşuna, ayrılışına ve, daha acımasız bir şekilde dile getirilecek olursa, zaten hiçbir zaman kesin biçimde saptanmamış olan ölümüne tanıklık eder: Bir durum saptamasına meydan veremeyen ölümdür bu.” Maurice Blanchot
                Bir karşılaşma hayal edilecek olunursa görülecektir ki, karşılaşmanın karşı karşıya iki ayrı bütünlük barındırması oldukça güçtür. Neden karşı karşıya olamadıklarını açıklamak, onların neden kendileri olarak var olduğunu açıklamaya göre biraz daha mutlaklıktan yoksun olsa gerek. Belki daha zor değil; ancak kuvvetle muhtemeldir ki, karşılaşamamanın getirdiği karşılaşmayı barındırma istenci ya da karşılaşmaya sahip olunabileceğine dair telafi kendini karşılaşamayanların karşılaşamamasının nesnesi olarak ortaya çıkarmayacaktır. Sözü edilen telafinin telafi olarak kalmak zorunluluğu burada, tüm bu muğlaklığın içinde terennüm edilmiştir. Bir yere gitmek için yol aramanın getirdiği yol yoksunluğudur bu. Aslına bakılırsa, bir yere yönelmenin imkanı haline gelirken, oraya gidememenin eksikliğidir. Karşılaşamamanın telafisi, doğurduğu karşılaşma istenci, ‘bilinemez olana dair’ bir istemedir. Nasıl söz edilebilir ki onun istemesinin onda bulunamayacak olana doğru gerçekleşen tezahüründeki yanılsamanın onun kendisine ait olduğundan? Tersine şunu demek mümkün olacaktır; yanılsama olan, kendini, olmayanın olmamasından aldığı güçle açığa çıkarmaktadır. Karşılaşmanın doğasından söz etmek mümkün değilse de, şöyle bir düşünce bir doğanın ortaya çıkmasına vesile olmadığından ve onun yokluğuna binaen temellendirildiğinden açık bir noktada belirir; karşılaşmanın imkan dahilindeki yanılsaması bilinemeze göndermede bulunacaktır. Bilinmezden çıkarak bilinmeze uzanan bu nitelik kaybı kendine bir oluş atfedilmesini arzulamaktadır. Kaybın kayıptan arındırılması şeklinde güç bir durumun meydana gelmekte sıkıntı çekmemesi üzerine düşünülmelidir.
                Dünyada olmanın getirdiği korkunun ve kaygının bir benzerini bulmak mümkün müdür? Ancak dünyanın dışındaki bir konukluğa, bir konukluğa daha, tahammül etmenin imkanı dahilinde bu soruya bir cevap getirilebilir. Karşılaşmanın imkansızlığının genişliği kendini konuklukta belirginleştirmektedir. Bu belirgin olma durumu orada olanın birleşmeyi beklemesinden, ancak o birleşmeyi konuk ve ev sahibi birleşmesi olarak asla deneyim haline getirememesi probleminden kaynaklanmaktadır. Kabul edilmelidir ki konuk, konuk olduğu yerde sadece konuk olarak varlığını belirgin hale getirmez. O, aynı zamanda ev sahibinin ev sahibi olmasına da müsaade etmektedir. Yalnızca bu kadarla sınırlı kalmaz elbette, ev sahibini sınırlamak da konuğun işlevlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Kendinden sorumlu olduğu kadar konuğundan da sorumlu olduğu varsayılan ‘sahip’ ise konuğun sınırlayıcılığını hafifletme olarak ele alınabilecek olan bir görev çizgisiyle çözüme kavuşturmaya çalışmaktadır. Konuğa verdiği haklar konuğun konukluğuna vurgu yapsa da, ev sahibi tüm bu haklarla aslında kendi konumunun sınırlılığını yansıtmaktadır: çünkü ancak bu şekilde ev sahibi hem bir efendi, hem de konuğun isteklerine sessiz kalamayan bir hizmetçidir. Yani konuk olmanın içerisinde barındırdığı tüm bu çetrefilli durum konuk olmanın sorumluluğu olarak kavranabilir. Ayrıca, konuk olma, sürekli bir yenilenmeye tabii kılınmak anlamına gelmektedir. Ancak bu yenilenmenin mahiyeti olmayı yok etme süreci, yani başladığı andan itibaren yok olarak mümkün hale gelme sürekliliği olarak belirgin duruma gelecektir. Gelmekte olanın sahip olana gelmekte olduğu yargısının ve bu gelme sürecinin karşılayacak olanda sürekli olarak meydana getirdiği sahip olma düşüncesinin sonsuz bir biçimde tekrarlanması için gelenin sürekli olarak gelme eylemini tekrarlaması gerekecektir. Dolayısıyla, ‘gelmek’ eyleminin ne derecede bir gelme içerdiği her zaman üzerinde düşünce çarpıştırmaya açık olsa da, konukluğun kendisine kavuşulamayacak derecede kendini sonsuzda temellendirmesinin, yine konukluğu silen bir sürekliliği aşikâr hale getirdiği ortadadır. Burada Derrida’nın şu sözleri de konuya açıklık getirmesi bakımından anlamlı olacaktır: " 'Hoş geldin'in ne demek olduğunu bilmediğini ve belki de tam anlamıyla hoş geldin olan, <sahte ya da koşullu olmayan> bir hoş geldin olmadığını itiraf ederek hoş geldin demek görünüşte edimsel bir çelişki; anlamı ve sonuçlarına yabancı olmadığı -'yabancının' ne anlama geldiğini varsayarsak ve tüm konukseverlik sorunu orada da odaklanıyor- <Aristoteles'e atfedilen> 'Ah dostlar, hiç dost yok' tümcesindeki türden bir paylama kadar tuhaf ve şaşırtıcı bir edimsel çelişki." Daimi bir çelişkide var olacak olan konukluğun dünyadaki konukluk olarak ele alınması da beraberinde dünyaya dair olanın konukluk kavramıyla birlikte eritildiği düşüncesini getirecektir. Nitekim böyle bir süreklilik içerisinde tekrarlanan konuk olmaya teşebbüs etme halinin karşılaşmaya olan teşebbüsün tekrarında da ortaya çıktığını anlamak zor olmayacaktır. Karşılaşma da kendinin hazırlanışını, kendi için, kendinden daha elzem bir hale getirerek oluşumunu sürekli kılmak durumundadır. Ancak oluşumun bir bütünlüğüne kavuştuğunu iddia etmek güç olacaktır. Karşılaşma da varlığını onu hazırlayan olgu üzerinden sürdürmektedir.
                 Öyleyse, dünyada konukluğu sağlamak adına kendi süreksizliği ya da sonluluğu aracılığıyla genel sürekliliğin korunmasını amaçlayan insan, hiçbir karşılaşmanın gerçek öznesi konumunda değildir. Yalnızca naçiz ve süreksiz varlığı ile karşılaşma durumunun her zaman hali hazırda bir ihtimal olarak kalmasına olanak sağlamaktadır. Lakin şunu da belirtmek gerekir ki, bu olanağın sağlanması aynı zamanda insanın insan olarak artık orada bulunmasının yitirilmesine, sonlanmasına uzanan bir yolu, yazıyı, açığa çıkarmaktadır. Karşılaşma, kendini ve ona ulaşan insanı sonlandırmaktadır. Hem sonluluğu belirtmekte hem de kendisi adına sonluluğu gerçekleştirme eylemini serbest bırakmaktadır. Karşılaşma, bir müddet sonra, ölümle karşılaşma haline gelecektir; ancak bunun gerçekleşmesi için sonlunun, insanın, sonluluğunu tatmış olması gerekmektedir. Yazarın karşılaştığı da dolaylı bir ölümdür; yazısıdır. Yazı, onu yazanı tüketmektedir. Yazarın ayrılışı ve yok oluşu da budur; yazıya can verdiğinde kendisini mahkûm ettiği ölüm.
                                                                                                        Baki Karakaya