8.10.2020

Fragmanlar - 2

 

KÖLELER

 

“Tabiatın loşluğunda bir adam, elinde avcı tüfeği bodur bitkilerin ormanında yürümekteydi. Yüzü bir nebze çopur da olsa yakışıklı ve henüz gençti bu avcı. Bu mevsimde ormana, havanın sıcaklığı ve neminden, olgunlaşan bitkilerin soluk alıp verişinden ve ölmüş kadim yaprakların çürümesinden bir sis çökerdi. Önünü görmek güç, ama tek başına yürümek, ucundan kıyısından bir şeyler düşünmek ya da aksine dalgınlaşıp kabuğuna çekilmek hoştu. Orman alçak bir dağın eteğinde büyüyordu; zayıf, küçük akağaçların arasında sık sık büyük taşlar göze çarpmadaydı, toprak pek verimli sayılmazdı, yoksuldu – kâh balçık, kâh gri çamur – ama ağaçlarla otlar alışmış, ellerinden geldiğince bu toprakta yaşıyorlardı.”

Andrey Platonov – Muhteşem Vahşi Dünya

 

Yazmaya hem vaktim yoktu – kendimce yani, yoksa önemli işler peşinde koştuğumdan, önemli biri sandığımdan değil kendimi – hem de başka şeyler yazarak geçiriyordum zamanımı. En sonunda dışsallığın örtüsünü biraz daha aralayan bir yazma edimi gelip beni yakaladı. Yakalamamasını isterdim; bu satırları yazmamış olmayı dilerdim. Bu edimi bir sezgiden veya zihnime yapışıp kalan bir düşünceden sapma olarak yorumlamamdan dolayı değil bunları söylemem.

Agah Aydın’ın bir programın son kısmında yaptığı konuşmayı dinledim.[1] İnsanın eksikliğinden bahsediyordu. Otto Rank bu eksikliğin insanın doğması ile başladığını ve doğal olarak annenin rahmine geri dönme özlemiyle kendini açığa çıkardığını iddia eder. Ancak burada görünür olmayan şey tam da bu eksikliğin nasıl bir telafi barındırdığıdır. Lacan’ın – benim bugüne kadar az-çok görebildiğim kadarıyla – müdahalesi buraya olmuştur.

Eksiklik görünebilir belki, ancak eksik olan görünmez. Bu görünen eksiklik de doğal olarak onun reddiyle karşılanır. Bu reddetme edimiyle güçlü kalacağını sanır insan. Bunun neye benzediği sorulsaydı bana kader bahsini açardım. İnsanın eksikliğinin ve bilinçdışının kabulü ile kaderin kabulü arasında bir bağlantı kurulabilir belki de: Bu iki kavram birbirini destekler nitelikte, insana insan olduğunu anımsatması bakımından.

Diğer yandan eksikliğin reddi hakikatin görünür olmasını engelliyorsa, yani hem eksikliğin hakikati hem de hakiki olan Öteki’ni kabul etmek zorunda olmanın hakikati bakımından, ortaya bugünün insanı çıkabilir: Kendine sınırsızca güvenen ve kendinden ileri gidemeyen, kendini izleyip kendini gözleyen, kendinden başkasını düşünmeyen, kendine düşmüş insan. Yalnız bu kendinde olmayı hakiki bir kendindelik olarak da almamak gerekir. Bu insan kendini ancak dışsallığın gözü önünde bir semptom olarak kavrayabilir. Yani sezgisinden veya içine baktığında gördüğünden bağımsız olarak kendi dışında kurduğu ölçülebilirliğin içindeki kendisine gömülmüştür. Bu bakımdan çift katmanlı bir durumdadır: Hem eksikliğini reddeder hem de kendi mükemmelliğini dışarıdan temellendirir. Oysa mükemmel olan neden dışarı ile herhangi bir ilişkide bulunsun? Çelişkilidir ancak bunu görmez: Herkese haddini bildirmeye kalkar veya bildirir, ancak her iki durumda da kendini herkeste hapsolmuş olarak bulur. Köledir. Kendisinin kölesi gibi görünse de herkesin kölesidir. Köleliği bir silaha dönüştürür: Öteki’ni yok sayma silahı. Aynı zamanda bu silahın da kölesidir: Eksikliğini ancak böyle görmezden gelebilir. Yani her söylediği eksikliği ve asli kendiliği dışındaki her şey hakkındadır. İsmet Özel ile bitirelim: “Gördüm / gözlerinde zındanlarla bana baktıklarını / düşündüm yaslanarak şehrin kasıklarına / düşündüm kafa kemiklerimi eritinceye kadar / nedir bu kölelerin olanca silahları / silahların köleleri olmaktan başka.”[2] Kölelerini, içindeki köleleri vs. değil, bizzat köleliğini, kölelik kavramını boğdurmalı insan: Her şeyi bilmemeli, her şeyi kontrol etmemeli; haddini, ve tabii kendi eksikliğini bilmeli, herkesin eksikliğini bildiğinden daha fazla. Her şey bilindiğinde, tamamlandığında, ölüm çoktan orada bitivermiştir. İnsan, elinden geldiğince, verimsiz topraklarda yaşar. Veya şöyle söyleyelim, insana verilmiş olan toprak daima verimsiz görünür.



[1] Şu linkten tam konuşmanın başlangıcına ulaşabilir dileyen: https://youtu.be/P6PeLaCDtf8?t=12229
Diğer Yandan “anlam” konusunda söylediklerine katılmıyorum Agah Aydın’ın.

[2] Propaganda isimli şiirinden. Çok hoş bir dinletisine dileyen şu linkten ulaşabilir: https://youtu.be/zkAXviWUgqA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder