Maurice Blanchot ile başlasın kendini oluşuyla birlikte bitiren.
“Yapıttan,
sanat yapıtından, yazı yapıtından, söz yapıtından önce sanatçı yoktur, yazar
yoktur, konuşan özne de yoktur, çünkü üreticiyi üreten, onu kanıtlayarak
doğuran ya da ortaya çıkaran üretimdir (bu, yalınlaştırılmış bir şekilde,
Hegel’in ve hatta Talmud’un öğretisidir: Yapmak, ancak yaparak yapılan varlığı
ödüllendirir –neyi yapmayı? Belki de herhangi bir şeyi: herhangi bir şeyin
önemi üzerine yargı zamana, olup bitene, olup bitmeyene bağlıdır: son yargıyı
aramaksızın tarihsel etkenler, tarih denilen şeydir bu.) Ancak, yazılan yapıt
yazarı üretir ve kanıtlarsa da, bir kez yapıldı mı, yazarın sadece çözülmesine,
yok oluşuna, ayrılışına ve, daha acımasız bir şekilde dile getirilecek olursa,
zaten hiçbir zaman kesin biçimde saptanmamış olan ölümüne tanıklık eder: Bir
durum saptamasına meydan veremeyen ölümdür bu.” Maurice Blanchot
Bir
karşılaşma hayal edilecek olunursa görülecektir ki, karşılaşmanın karşı karşıya
iki ayrı bütünlük barındırması oldukça güçtür. Neden karşı karşıya
olamadıklarını açıklamak, onların neden kendileri olarak var olduğunu
açıklamaya göre biraz daha mutlaklıktan yoksun olsa gerek. Belki daha zor
değil; ancak kuvvetle muhtemeldir ki, karşılaşamamanın getirdiği karşılaşmayı
barındırma istenci ya da karşılaşmaya sahip olunabileceğine dair telafi kendini
karşılaşamayanların karşılaşamamasının nesnesi olarak ortaya çıkarmayacaktır.
Sözü edilen telafinin telafi olarak kalmak zorunluluğu burada, tüm bu
muğlaklığın içinde terennüm edilmiştir. Bir yere gitmek için yol aramanın getirdiği
yol yoksunluğudur bu. Aslına bakılırsa, bir yere yönelmenin imkanı haline
gelirken, oraya gidememenin eksikliğidir. Karşılaşamamanın telafisi, doğurduğu
karşılaşma istenci, ‘bilinemez olana dair’ bir istemedir. Nasıl söz edilebilir
ki onun istemesinin onda bulunamayacak olana doğru gerçekleşen tezahüründeki
yanılsamanın onun kendisine ait olduğundan? Tersine şunu demek mümkün
olacaktır; yanılsama olan, kendini, olmayanın olmamasından aldığı güçle açığa
çıkarmaktadır. Karşılaşmanın doğasından söz etmek mümkün değilse de, şöyle bir
düşünce bir doğanın ortaya çıkmasına vesile olmadığından ve onun yokluğuna
binaen temellendirildiğinden açık bir noktada belirir; karşılaşmanın imkan
dahilindeki yanılsaması bilinemeze göndermede bulunacaktır. Bilinmezden çıkarak
bilinmeze uzanan bu nitelik kaybı kendine bir oluş atfedilmesini arzulamaktadır.
Kaybın kayıptan arındırılması şeklinde güç bir durumun meydana gelmekte sıkıntı
çekmemesi üzerine düşünülmelidir.
Dünyada
olmanın getirdiği korkunun ve kaygının bir benzerini bulmak mümkün müdür? Ancak
dünyanın dışındaki bir konukluğa, bir konukluğa daha, tahammül etmenin imkanı
dahilinde bu soruya bir cevap getirilebilir. Karşılaşmanın imkansızlığının
genişliği kendini konuklukta belirginleştirmektedir. Bu belirgin olma durumu
orada olanın birleşmeyi beklemesinden, ancak o birleşmeyi konuk ve ev sahibi
birleşmesi olarak asla deneyim haline getirememesi probleminden
kaynaklanmaktadır. Kabul edilmelidir ki konuk, konuk olduğu yerde sadece konuk
olarak varlığını belirgin hale getirmez. O, aynı zamanda ev sahibinin ev sahibi
olmasına da müsaade etmektedir. Yalnızca bu kadarla sınırlı kalmaz elbette, ev
sahibini sınırlamak da konuğun işlevlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.
Kendinden sorumlu olduğu kadar konuğundan da sorumlu olduğu varsayılan ‘sahip’
ise konuğun sınırlayıcılığını hafifletme olarak ele alınabilecek olan bir görev
çizgisiyle çözüme kavuşturmaya çalışmaktadır. Konuğa verdiği haklar konuğun konukluğuna
vurgu yapsa da, ev sahibi tüm bu haklarla aslında kendi konumunun sınırlılığını
yansıtmaktadır: çünkü ancak bu şekilde ev sahibi hem bir efendi, hem de konuğun
isteklerine sessiz kalamayan bir hizmetçidir. Yani konuk olmanın içerisinde
barındırdığı tüm bu çetrefilli durum konuk olmanın sorumluluğu olarak
kavranabilir. Ayrıca, konuk olma, sürekli bir yenilenmeye tabii kılınmak anlamına
gelmektedir. Ancak bu yenilenmenin mahiyeti olmayı yok etme süreci, yani
başladığı andan itibaren yok olarak mümkün hale gelme sürekliliği olarak
belirgin duruma gelecektir. Gelmekte olanın sahip olana gelmekte olduğu
yargısının ve bu gelme sürecinin karşılayacak olanda sürekli olarak meydana
getirdiği sahip olma düşüncesinin sonsuz bir biçimde tekrarlanması için gelenin
sürekli olarak gelme eylemini tekrarlaması gerekecektir. Dolayısıyla, ‘gelmek’
eyleminin ne derecede bir gelme içerdiği her zaman üzerinde düşünce
çarpıştırmaya açık olsa da, konukluğun kendisine kavuşulamayacak derecede
kendini sonsuzda temellendirmesinin, yine konukluğu silen bir sürekliliği aşikâr
hale getirdiği ortadadır. Burada Derrida’nın şu sözleri de konuya açıklık
getirmesi bakımından anlamlı olacaktır: " 'Hoş
geldin'in ne demek olduğunu bilmediğini ve belki de tam anlamıyla hoş geldin
olan, <sahte ya da koşullu olmayan> bir hoş geldin olmadığını itiraf
ederek hoş geldin demek görünüşte edimsel bir çelişki; anlamı ve sonuçlarına
yabancı olmadığı -'yabancının' ne anlama geldiğini varsayarsak ve tüm
konukseverlik sorunu orada da odaklanıyor- <Aristoteles'e atfedilen> 'Ah
dostlar, hiç dost yok' tümcesindeki türden bir paylama kadar tuhaf ve şaşırtıcı
bir edimsel çelişki." Daimi bir çelişkide var olacak olan konukluğun
dünyadaki konukluk olarak ele alınması da beraberinde dünyaya dair olanın
konukluk kavramıyla birlikte eritildiği düşüncesini getirecektir. Nitekim böyle
bir süreklilik içerisinde tekrarlanan konuk olmaya teşebbüs etme halinin
karşılaşmaya olan teşebbüsün tekrarında da ortaya çıktığını anlamak zor
olmayacaktır. Karşılaşma da kendinin hazırlanışını, kendi için, kendinden daha
elzem bir hale getirerek oluşumunu sürekli kılmak durumundadır. Ancak oluşumun
bir bütünlüğüne kavuştuğunu iddia etmek güç olacaktır. Karşılaşma da varlığını
onu hazırlayan olgu üzerinden sürdürmektedir.
Öyleyse, dünyada konukluğu sağlamak adına
kendi süreksizliği ya da sonluluğu aracılığıyla genel sürekliliğin korunmasını
amaçlayan insan, hiçbir karşılaşmanın gerçek öznesi konumunda değildir. Yalnızca
naçiz ve süreksiz varlığı ile karşılaşma durumunun her zaman hali hazırda bir
ihtimal olarak kalmasına olanak sağlamaktadır. Lakin şunu da belirtmek gerekir
ki, bu olanağın sağlanması aynı zamanda insanın insan olarak artık orada
bulunmasının yitirilmesine, sonlanmasına uzanan bir yolu, yazıyı, açığa
çıkarmaktadır. Karşılaşma, kendini ve ona ulaşan insanı sonlandırmaktadır. Hem
sonluluğu belirtmekte hem de kendisi adına sonluluğu gerçekleştirme eylemini
serbest bırakmaktadır. Karşılaşma, bir müddet sonra, ölümle karşılaşma haline
gelecektir; ancak bunun gerçekleşmesi için sonlunun, insanın, sonluluğunu
tatmış olması gerekmektedir. Yazarın karşılaştığı da dolaylı bir ölümdür;
yazısıdır. Yazı, onu yazanı tüketmektedir. Yazarın ayrılışı ve yok oluşu da
budur; yazıya can verdiğinde kendisini mahkûm ettiği ölüm.
Baki
Karakaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder