Zamanın akıcılığından bahsetmek hata olur. Hata olur, çünkü bu bir açığa
çıkarma olarak algılanmaz. Bugün, birilerinin uyanması ve bazılarının
uyanamaması kadar sıradandır zamanın akıcılığı. Sıradan demek yanlış belki,
sıradanlaştırılmış. Görünmenin solukluğundan kaybolur gider uzaklara. Bir
eksiklik olarak değil, olmamışlık gibi düşünülür; olamamışlık gibi… bulunamayan
bir parça. Bilinir, susulur, yaşanır, ölünür; itinayla.
Tüm bu aşamalarda, bunlar çizgiler olmadan meydana getirilen ayrıksılıklar
olarak ele alınabilir, insanlar, kendilerini kendiliklerinden koparıp toplumun
uçsuz kıyısına bir güneş nesnesi olmaya adarlar. Bu adama, kurban etme, yok
sayma ritüelinden geriye ne kalır? Sahipsiz kendilikleri; yitmiş insanların,
kayıp soyluların… Her kayıp, yitmemiş için büyük bir eksiklik haline gelir.
Yitirilenin yitmemiş olana acı vermesinden kaynaklanmaz bu eksiklik; yitmemişin
kendi durumunun farkına varmasını sağlaması nedeniyle onda yarattığı endişeden
doğar.
Sadece
duyumsanması değildir bir şeylerin, yaşanan esnek yapı, aynı zamanda
duyumsandıktan sonra ona verilen tepkiyi de içinde barındırır. Böylece bir
şeylerin sonudur, tepkiselliğin mesela. Her şey kendi sonunu hazırlamaz mı?
Belki şöyle demek de uygun olacaktır; halihazırda var olan son, her şeyin
kendiliği nezdinde ortaya çıkacaktır. Sonun sonsuzluğundan bahsetmek mümkün
olsa da, insanın bunun için ne denli küçük bir pürüz olduğunu bilmesi gerekir.
Belki daha doğrusu, bir pürüzden ziyade, sadece bir katman, bir yardımcı unsur
olmasının zor telaffuzudur. Bu bir yitmedir. Bulanıklaşma, bir şey haline
gelirken, içinde barındırdıklarının varlığını kendisine katıp bir’e dönüştürür.
Oysa kimin umurunda ki bir olmak? Bu, düpedüz, yok olma mefhumunun da
bulanıklaştırılmasıdır. Yok olmanın ve var olmanın, bir şeye verilen bir ad
olma istencinin teslimiyetidir bulanıklığa gömülmek. Daha az anlamın ortaya
çıkmasından bahsetmişti Baudrillard. Bulanıklığı burada konumlandırmak zor
olmasa gerek. Tek seferlik olan bir anlamsızlaşma ve manadan uzaklaşma eylemselliği,
ancak kesinlikle bir ritüel değil. Acının bir yerlerden bir tanıdığı gibi bu
bulanıklık; cebinden çıkardığı farklılık ve uçurum dolu serüvenin dolaylı
tamamlanışına hizmet eden bir biçimsizlik gibi. Sonu hep düşüş olursa ritüel olmaz
mı; yoksa sonu da mı bilinmiyor? Muğlak bir izdüşümün sancı dolu görüngüsünden,
bakana değil görene karşı yanıltıcı olan kaçamaklığıyla var olmayı seçenden ırak
bir hayat sürdürülebilir mi?
Kendinden
geçen, sonsuzu üretmeye çalışan, sonlunun keyfini kutsayan bir dünya… insanlık…
çıkıp sonlunun sonlu parçacıklarından… Olan her şey üzerindeki toprakla var. Yine
de her şey, kendinden uzağa gitme çabasıyla varlığının ağırlığını havaya
değdirircesine yanmakta bir zaman.
Baki
Karakaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder