10.22.2018

NE BİLİYORUZ?


“At night all cows are black.”
Yukarıdaki bir Yiddiş atasözü. Farkın bazı durumlarda nasıl kapandığını belirtmek için kullanılıyor. Birbirinden farklı olarak düşünülen varlıklar bazı durumlarda farklarının fark edilemeyeceği bir noktada bulunabilir. Daha sonra Hegel aynı sözü Tinin Fenomenolojisi’nin giriş bölümünde Schelling felsefesinin mutlak [Absolute] kavramını eleştirmek için kullanır. Eğer bir mutlak yoluyla bilmeye karar verirsek aslında bilmek elde değildir. Zaten genel hatlarıyla Schelling için bilmek değil ancak sezmek mümkündür. Belki de kısmen doğru. Fakat bir şeyin bir anlamda kendisi olarak ve dışarıda hiçbir şey bırakmadan sezmek ne kadar mümkün? Hegel farkı ister ve arar. Fark olması indirgenemez olma ihtimalini açtığı gibi bunlar arasında içsel ve zorunlu bir bağ bulundurma imkânını da ortaya çıkarır. Dolayısıyla önemli olan aslında bilme edimini hangi zeminde gerçekleştireceğidir insanın. Kant gibi bir şeyi zorunlu olarak dışlayarak ve ulaşılamaz kılarak da bilme ediminin yolu açılabilir; ancak bu bilmede dışsal olan bir şeyler vardır ve asla birbirine temas edemez. Bu durumda bir yerde yerleşmiş olan ‘ben’in kendisi dışında olan bir şeyin ulaşılamaz olduğunu [Ding an sich] bilmesi de kulağa biraz trajik gelir. Öyle ya, bize tamamen dışsal olanı nasıl bilebiliriz? Bu nedenle Hegel’de içsel bir diyalektik daima işlemek zorundadır. Hegel’in bu örneği kullanmasında etkili olan da elbette Schelling’in bilme edimine asla yol açmayacak olan kavramıdır. Yani mutlak karanlıkta her şey karanlıktır. Tıpkı bunun gibi, mutlak aydınlık isteyenlerin ulaşacağı yegâne nokta, gözleri kör eden, her noktanın kendindeliğini silen bir ışık olur. Öyle bir ışıktır ki bu, hiçbir şeyin görülmesi mümkün olmaz orada. Nereye dönüldü? Yeniden farkın silindiği noktaya, her kimse ister mutlak karanlık olarak ister cehennem olarak adlandırsın bu noktayı.
                Peki bilme hastalığının kendisini nasıl açıklamak gerekir? Sınırsız, sonsuz bilmek; her şeyi, her zaman için bilmek… Aklın sınırından dolayı değil, aklın sınırından bahsetmek geçersiz bir mazeret; sınırından bahsetmek için ötesini de bilmek gerekir. Ötesi var mı? Bilinmez.
                Bilmek insanın etrafına duvar örecektir, tıpkı kurallar gibi. Tekinsizliği ve tereddüdü kırmanın bir yoludur. Aynı zamanda, insanın kendi varlığından uzaklaşmasına da sebep olur. Varlıkla ve dünyayla direkt olarak kurulacak bir bağın engellenmesine neden olur. Mutlak olarak bilme istenci bu nedenle trajikomik durumlar yaratır: yolda yürüyememek. Dolayısıyla insanın varlığıyla arasına gerekli olanın dışında bir boşluk koyması anlamına gelir; insan kendini bir bilme nesnesi olarak ele almaya başlar. Aynı zamanda kendini bunun dışında tutarak yeryüzünde var olmaya başlar. Bilmek değil ama mutlak olarak bilme istenci aptallaştırır. Buna en büyük örnek de akademidir. Bilginin bir öz haline gelmesi insanın kendi özünün tüm değerlerini ona yüklemesiyle sonuçlanır: ahlaksız, tutarsız, dışsal bir yaşam formu kalır geriye. Sonuçta bilgi, bilindiği varsayılmadan bilinebilecek bir şey değildir.

5.27.2018

BLACK MIRROR S2B2 HAKKINDA BAZI DÜŞÜNCELER




                Bir distopya dizisi Black Mirror. İkinci sezonun ikinci bölümündeki konusu ise bir ‘Adalet Parkı’nda bir suçlunun suçunun her gün kendisine hatırlatılması ve bunun bir sirk haline dönüştürülmesi. İzleyenler dışarıdan geliyor, her şeyin bir tiyatrodan ibaret olduğunun farkında. Ancak suçlu, içinde bulunduğu koşulların farkına ancak tüm olayın gün içinde sonlanmasının ardından varıyor. Bir nevi günah keçisiyle birlikte toplumun günahları da havaya karışıyor, toplum, kınalı keçiyle birlikte, Girard’ın da belirttiği gibi, günahlarını kendinden uzağa gönderiyor. Bunun sonucunda, günahların indirgenmesiyle birlikte, topluma kalanın bol eğlence ve katharsis olduğu görülüyor. Temel olarak şu bakımlardan ilginç geliyor böyle bir senaryonun kurulmuş olması: günahın yerleştiği alan olarak toplumun bundan arındırılarak kötülüklerin tamamının sembolik olarak tikel bir varlığa atfedilmesi; totalitenin içinde bağımsız alanların kurulması ve bunun teknolojiden gelen destekle tamamen totalitenin kendisi olarak varsayılması; özbilinç problemi; ve elbette cezanın veya hapishanenin yapısının dönüşmesi. Bunların birbirinden ne derecede ayrıldığı sorgulanabilir; fakat önem arz eden hepsinin bir arada gerçek bir distopyaya götürmesi izleyiciyi.
                Toplumun tikel bir varlık aracılığıyla, bu bazen bir keçi bazen bir koyun bazen de maktul olan bir insan olabilir, günahtan arındırılması egzersizi oldukça eskiye dayanan bir yöntem. Dizide bunun işlevi öldürülmek olarak ortaya çıkmıyor; ancak toplumun günahlarını sırtlanıp götüren ve bunu her gün, üstelik Prometheus’un tam da türe yönelik bir ihanetle suçlanarak, yani cezaların en ağırını hak ettiği düşünülerek kendisine verilen ceza gibi, taşımak zorunda kalan suçlunun düzenli olarak kahrına şahit olmak mümkün görünüyor. Söz konusu olan yalnızca suçlunun acı çekmesi veya ona suçunun karşılığı olan dışlanmanın bildirilmesi değil, aynı zamanda bunun varlığını düzenli olarak sekteye uğratacak şekilde tekrarlanması. Prometheus’un durumunda karaciğerini her akşam düzenli olarak yiyen bir kartalla karşılaşılır ve karaciğer de bir dahaki ‘yeme işlemine’ kadar kendini yeniler; oysa burada hiç bölünmeyen bir beden olsa bile, ki bunun gerçek hayattaki mümkün tek yansıması budur, bedenin sürekli olarak kaygı, hafızasızlık ve varoluşunu yeniden keşfetmek zorunda olması gibi ağır cezalar göze çarpıyor. Yani hem bedeni etkileyen hem de düşünsel düzenin altüst olmasına sebep olan bir ceza pratiğiyle karşı karşıya kalınıyor bu bölümde. Her gece yaşadıklarını unutan ve her yeni güne hayatını anımsamaya çalışarak başlayan suçlu, aynı zamanda, olabileceğini düşünmediği bir durumla karşı karşıya kalıyor; örneğin herkesin onun görüntüsünü bir şekilde teknolojik cihazlarla kayıt altına almaya çalışmasına anlam veremiyor. Kendisini bir günah keçisi saymıyor, çünkü onun durumunda olan en az bir kişinin daha olduğunu düşünüyor, ta ki tüm olanların ona açık seçik izletilmesine ve acı içinde kıvranmasına kadar.
                Aslında bir bütünlük olarak ele alınan, oysa bütüne ve gerçeğe dair yalnızca fragmanlar sunan bir hayatın, yani suçlunun hayatının, bir süre sonra bütünü tamamen bu küçük gerçeklikten ibaret sanmaya başladığı görülüyor. Dolayısıyla bütün olarak varsayılan, bütünün kendisi olmaktan ziyade, bir parkta yeteri kadar izleyiciyle birlikte oluşturulan bir senaryodan ibaret. Yine yaptığı her şey kendisine hatırlatılana kadar suçlu bunların hiçbirinin farkında değil. Tüm bunların oyun olduğu izleyici için olduğu kadar onun için de ancak kendini bir sahnede bulmasıyla açıklık kazanıyor. Öyleyse söz konusu olan, totalitenin bir kısmının elinde bulundurulmasıyla yeni bir totalitenin inşasından farklı değil. Elbette, neyin bir bütünlüğü tam olarak kapsadığı her zaman soru işareti olarak kalır; ancak belirli nedenlerden dolayı insanın elinde olanı bir bütün olarak varsayması, suçlunun durumunda olduğu gibi, aslında kendisine zarar vermeyecek olan ancak tam da onun kendisine zarar verilmesi korkusunu bir kez daha deneyimlemesini sağlamayı amaçlayan ve bunu yalnızca gerçekliğin küçük bir kesitinde yer alarak yapan araçların, onun için gerçekliğin ta kendisi haline gelmesine sebep olur.
                Özbilinç problemine gelince, suçlu üçlü bir aşamadan geçiyor ve hiçbir şey anımsamayarak başladığı gününü aslında yanlış bir yönlendirmeyle bilincini kurarak sürdürürken bir anda kendisinin içinde bulunduğu gerçekliğin onun gördükleriyle sınırlı olmadığını anlıyor. Baştaki bilinçsizlik durumu daha sonra, senaryonun da gerektirdiği gibi, öldürdüğü çocuğun kızı olduğunu düşünecek ve etraftaki insanların gerçekliğinin tamamen farklılaştığını, yalnızca bir teknoloji bağımlısı haline geldiklerini görecek şekilde dönüşüyor. Halbuki kendini konumlandırdığı bu nokta oyunun ta kendisi. Özbilincini bu senaryo içerisinde kurmuş olmasa, ki böyle bir ihtimal yok denecek kadar az, senaryoyu tamamen yerle bir edecek bir etki yaratabilir. İçinde bulunduğu senaryoyu ciddiye almaması veya onu hakiki bir senaryo olarak kavraması doğrudan doğruya senaryonun ve toplumun ona yüklediği günah keçiliği ‘makamının’ lağvı demek olur. Ancak bunu engelleyen noktanın da, özbilincin, büyük bir hafızasızlaştırma sonrasında ortaya çıkmasından dolayı, gördüğü ve duyumsadığı her dışsallığı kendine bir tehdit olarak algılamasından kaynaklanıyor. Bir anlamda kendi bilincini yaratmaya çalışan suçlu, aynı zamanda çocuksu bir bütünleşme eğilimi gösteriyor ve karşısındaki her şeyi mümkün olan en uç derecede ciddiye alıyor; kendini dünyayla bütünleştiriyor. Yazık ki içerisinde kendini kurduğu bu dünyanın gerçek dünya olmadığını anlamasıyla kendinde kurduğu bu bilincin bir acı bataklığına yuvarlanması aynı anlama geliyor. Artık daha önce kurduğu bilincin kendisine çocuğu olarak kabul ettirdiği kızın öldürülmesinde kendisinin parmağı olan kız çocuğu olduğunun ayırdına varıyor. Bununla birlikte, yeni güne hazırlanmadan önce, yani bilincinin zirvesine vardığında, gerçekliğin onun ilk olarak varsaydığı şekilde olmadığını anladığında, ettiği son cümle şu oluyor suçlunun: “Lütfen öldür beni.”
                Cezanın bedene yönelik uygulanışının tarih içinde değişim gösterdiği ve bedene odaklanan bir işkenceden ziyade ruhsal durumun bozulmasına yönelik sürekli bir baskı haline geldiği biliniyor. Aynı zamanda suçluya yapılan işkencenin sergilemesinin de giderek ortadan kalktığını görmek mümkün. Ancak dizinin distopya olarak değerlendirilebilmesinin en önemli nedenlerinden biri, işkencenin psiko-fizyolojik bir noktaya, hafızasızlaştırma ve suçluyu bu unutma durumu üzerinden bir senaryoya dahil ederek seyre açma yoluna referans verecek şekilde dönüştürülmesi. İki noktada geçmiş hapishane ve ceza deneyimlerinden farklılaşıyor bu distopyada ceza. İlki, cezanın kapalı bir alandan ziyade açık bir alanda, ancak yine de kapalılığının farkına vardıracak şekilde ve görece ‘özgürlük’ ile birlikte uygulanması. İkincisi ise cezayı uygulayanın aslında bizzat seyircinin kendisi olması; sürekli olarak suçluyu koşturmaları, fotoğraflamaları ve onun videolarını çekmeleriyle. Belki üçüncü ve önemli bir nokta da şu olabilir: suçluya suçunu sürekli unutturarak ve onun bu suçu yeniden keşfederek sürekli acı çekmesine, suçlunun daima bir beden tehdidi beklerken örtük olarak, ancak en sonunda anlayacağı şekilde, zihinsel yapısına ve idrakine zarar verilmesine neden olan bir oyun pratiği.
                Gerçek olması mümkün mü tüm bunların? Kıyısındayız. 

3.10.2018

1.




                İnsan kendisiyle arasına mesafe koyabilmelidir. Bu mesafe ne onun varlığını eksiltir ne de onu aşırı bir anlamlandırmayla göklere çıkarır. Ne olursa olsun insan, ki bununla her eylemi bilinçli kılmak türünden bir yanılgıdan bahsedilemeyeceği gibi bu türe ait ismi her hataya sığınak olarak kullanmaktan da kaçınmak gerekir, hayatının anlamını mümkün olan en üst düzeyde kendini tanıyabilmekte bulur. Bu tanımanın yolu kimi zaman sezmek -doğrudan kavramak anlamında-, bazı zamansa deneyimlemek olarak düşünülür. Yine de sürekli olarak bir uçurumdan ve kapanmaz bir boşluktan söz etmek mümkündür: insan daima tanrı ile hayvan arasında gidip gelen, onların belirgin ve net varlığı ile zayıfça harmanlanmış benliğini bir şekilde onlara tamamen uydurmak istencini hiçbir zaman kaybetmeyen bir varlıktır. Durum bu ise ne söylenebilir? İnsanı arada kalmışlık durumuna hapsolan bir varlık olarak tanımlamak ne kadar mümkün? Oldukça mümkün. Bunun üzerine birçok şey de eklenebilir. Fakat iki önemli noktayı belirtmek yeterli bu karalamada. İlki, insanın ancak kendinden çıkıp başkasını tanıyarak kendini bilebileceği, elbette kendine dönmek şartıyla. İkincisi, değer yargısı taşıyan sıfatların şeylerin özüne ilişkin olamayacağı. Kendisine mesafe koyamayanlar hayvani kürklerini giyip tanrısal yıldırımlarını ellerine aldıklarında gerçek bir canavara dönüşebilirler.