Bir
distopya dizisi Black Mirror. İkinci sezonun ikinci bölümündeki konusu ise bir
‘Adalet Parkı’nda bir suçlunun suçunun her gün kendisine hatırlatılması ve
bunun bir sirk haline dönüştürülmesi. İzleyenler dışarıdan
geliyor, her şeyin bir tiyatrodan ibaret olduğunun farkında. Ancak suçlu,
içinde bulunduğu koşulların farkına ancak tüm olayın gün içinde sonlanmasının
ardından varıyor. Bir nevi günah keçisiyle birlikte toplumun günahları da
havaya karışıyor, toplum, kınalı keçiyle birlikte, Girard’ın da belirttiği
gibi, günahlarını kendinden uzağa gönderiyor. Bunun sonucunda, günahların
indirgenmesiyle birlikte, topluma kalanın bol eğlence ve katharsis olduğu
görülüyor. Temel olarak şu bakımlardan ilginç geliyor böyle bir senaryonun
kurulmuş olması: günahın yerleştiği alan olarak toplumun bundan arındırılarak
kötülüklerin tamamının sembolik olarak tikel bir varlığa atfedilmesi;
totalitenin içinde bağımsız alanların kurulması ve bunun teknolojiden gelen
destekle tamamen totalitenin kendisi olarak varsayılması; özbilinç problemi; ve
elbette cezanın veya hapishanenin yapısının dönüşmesi. Bunların birbirinden ne
derecede ayrıldığı sorgulanabilir; fakat önem arz eden hepsinin bir arada
gerçek bir distopyaya götürmesi izleyiciyi.
Toplumun
tikel bir varlık aracılığıyla, bu bazen bir keçi bazen bir koyun bazen de
maktul olan bir insan olabilir, günahtan arındırılması egzersizi oldukça eskiye
dayanan bir yöntem. Dizide bunun işlevi öldürülmek olarak ortaya çıkmıyor;
ancak toplumun günahlarını sırtlanıp götüren ve bunu her gün, üstelik
Prometheus’un tam da türe yönelik bir ihanetle suçlanarak, yani cezaların en
ağırını hak ettiği düşünülerek kendisine verilen ceza gibi, taşımak zorunda
kalan suçlunun düzenli olarak kahrına şahit olmak mümkün görünüyor. Söz konusu
olan yalnızca suçlunun acı çekmesi veya ona suçunun karşılığı olan dışlanmanın
bildirilmesi değil, aynı zamanda bunun varlığını düzenli olarak sekteye
uğratacak şekilde tekrarlanması. Prometheus’un durumunda karaciğerini her akşam
düzenli olarak yiyen bir kartalla karşılaşılır ve karaciğer de bir dahaki ‘yeme
işlemine’ kadar kendini yeniler; oysa burada hiç bölünmeyen bir beden olsa
bile, ki bunun gerçek hayattaki mümkün tek yansıması budur, bedenin sürekli
olarak kaygı, hafızasızlık ve varoluşunu yeniden keşfetmek zorunda olması gibi
ağır cezalar göze çarpıyor. Yani hem bedeni etkileyen hem de düşünsel düzenin
altüst olmasına sebep olan bir ceza pratiğiyle karşı karşıya kalınıyor bu
bölümde. Her gece yaşadıklarını unutan ve her yeni güne hayatını anımsamaya
çalışarak başlayan suçlu, aynı zamanda, olabileceğini düşünmediği bir durumla
karşı karşıya kalıyor; örneğin herkesin onun görüntüsünü bir şekilde teknolojik
cihazlarla kayıt altına almaya çalışmasına anlam veremiyor. Kendisini bir günah
keçisi saymıyor, çünkü onun durumunda olan en az bir kişinin daha olduğunu
düşünüyor, ta ki tüm olanların ona açık seçik izletilmesine ve acı içinde
kıvranmasına kadar.
Aslında
bir bütünlük olarak ele alınan, oysa bütüne ve gerçeğe dair yalnızca fragmanlar
sunan bir hayatın, yani suçlunun hayatının, bir süre sonra bütünü tamamen bu
küçük gerçeklikten ibaret sanmaya başladığı görülüyor. Dolayısıyla bütün olarak
varsayılan, bütünün kendisi olmaktan ziyade, bir parkta yeteri kadar
izleyiciyle birlikte oluşturulan bir senaryodan ibaret. Yine yaptığı her şey
kendisine hatırlatılana kadar suçlu bunların hiçbirinin farkında değil. Tüm
bunların oyun olduğu izleyici için olduğu kadar onun için de ancak kendini bir
sahnede bulmasıyla açıklık kazanıyor. Öyleyse söz konusu olan, totalitenin bir
kısmının elinde bulundurulmasıyla yeni bir totalitenin inşasından farklı değil.
Elbette, neyin bir bütünlüğü tam olarak kapsadığı her zaman soru işareti olarak
kalır; ancak belirli nedenlerden dolayı insanın elinde olanı bir bütün olarak
varsayması, suçlunun durumunda olduğu gibi, aslında kendisine zarar vermeyecek
olan ancak tam da onun kendisine zarar verilmesi korkusunu bir kez daha
deneyimlemesini sağlamayı amaçlayan ve bunu yalnızca gerçekliğin küçük bir
kesitinde yer alarak yapan araçların, onun için gerçekliğin ta kendisi haline
gelmesine sebep olur.
Özbilinç
problemine gelince, suçlu üçlü bir aşamadan geçiyor ve hiçbir şey anımsamayarak
başladığı gününü aslında yanlış bir yönlendirmeyle bilincini kurarak
sürdürürken bir anda kendisinin içinde bulunduğu gerçekliğin onun gördükleriyle
sınırlı olmadığını anlıyor. Baştaki bilinçsizlik durumu daha sonra, senaryonun
da gerektirdiği gibi, öldürdüğü çocuğun kızı olduğunu düşünecek ve etraftaki
insanların gerçekliğinin tamamen farklılaştığını, yalnızca bir teknoloji bağımlısı
haline geldiklerini görecek şekilde dönüşüyor. Halbuki kendini konumlandırdığı
bu nokta oyunun ta kendisi. Özbilincini bu senaryo içerisinde kurmuş olmasa, ki
böyle bir ihtimal yok denecek kadar az, senaryoyu tamamen yerle bir edecek bir
etki yaratabilir. İçinde bulunduğu senaryoyu ciddiye almaması veya onu hakiki
bir senaryo olarak kavraması doğrudan doğruya senaryonun ve toplumun ona
yüklediği günah keçiliği ‘makamının’ lağvı demek olur. Ancak bunu engelleyen
noktanın da, özbilincin, büyük bir hafızasızlaştırma sonrasında ortaya
çıkmasından dolayı, gördüğü ve duyumsadığı her dışsallığı kendine bir tehdit
olarak algılamasından kaynaklanıyor. Bir anlamda kendi bilincini yaratmaya
çalışan suçlu, aynı zamanda çocuksu bir bütünleşme eğilimi gösteriyor ve
karşısındaki her şeyi mümkün olan en uç derecede ciddiye alıyor; kendini
dünyayla bütünleştiriyor. Yazık ki içerisinde kendini kurduğu bu dünyanın
gerçek dünya olmadığını anlamasıyla kendinde kurduğu bu bilincin bir acı
bataklığına yuvarlanması aynı anlama geliyor. Artık daha önce kurduğu bilincin
kendisine çocuğu olarak kabul ettirdiği kızın öldürülmesinde kendisinin parmağı
olan kız çocuğu olduğunun ayırdına varıyor. Bununla birlikte, yeni güne
hazırlanmadan önce, yani bilincinin zirvesine vardığında, gerçekliğin onun ilk
olarak varsaydığı şekilde olmadığını anladığında, ettiği son cümle şu oluyor
suçlunun: “Lütfen öldür beni.”
Cezanın
bedene yönelik uygulanışının tarih içinde değişim gösterdiği ve bedene
odaklanan bir işkenceden ziyade ruhsal durumun bozulmasına yönelik sürekli bir
baskı haline geldiği biliniyor. Aynı zamanda suçluya yapılan işkencenin
sergilemesinin de giderek ortadan kalktığını görmek mümkün. Ancak dizinin
distopya olarak değerlendirilebilmesinin en önemli nedenlerinden biri, işkencenin
psiko-fizyolojik bir noktaya, hafızasızlaştırma ve suçluyu bu unutma durumu
üzerinden bir senaryoya dahil ederek seyre açma yoluna referans verecek şekilde
dönüştürülmesi. İki noktada geçmiş hapishane ve ceza deneyimlerinden
farklılaşıyor bu distopyada ceza. İlki, cezanın kapalı bir alandan ziyade açık
bir alanda, ancak yine de kapalılığının farkına vardıracak şekilde ve görece
‘özgürlük’ ile birlikte uygulanması. İkincisi ise cezayı uygulayanın aslında
bizzat seyircinin kendisi olması; sürekli olarak suçluyu koşturmaları,
fotoğraflamaları ve onun videolarını çekmeleriyle. Belki üçüncü ve önemli bir
nokta da şu olabilir: suçluya suçunu sürekli unutturarak ve onun bu suçu
yeniden keşfederek sürekli acı çekmesine, suçlunun daima bir beden tehdidi
beklerken örtük olarak, ancak en sonunda anlayacağı şekilde, zihinsel yapısına
ve idrakine zarar verilmesine neden olan bir oyun pratiği.
Gerçek
olması mümkün mü tüm bunların? Kıyısındayız.