11.16.2016

BÜTÜN-VARLIK



                Nedir uykuyu bölen ve bu şekilde geride bırakan? Öncelikle sorulması gereken şu ki; neyin eksikliği yaşanıyor? Belki bir farkın pozitif ya da negatif değeri ya da yalnızca var olmaklığı. Bu durumda pekâlâ yaşanan eksikliğin eksikliği de olabilir. Öyleyse neyden yola çıkılabilir? Bir gerilimden ya da kat edilemez bir aralıktan? Belki bu yalnızca varılacak yerdir, mümkün oluyorsa.
                Hayatı bireysel hayat ve politik hayat olarak ayırmak yerinde ve gerekli bir hamle değildir. Tam tersine bu ayrımın gerçekleştiği her noktada yaşamı sıkı sıkıya savunmak ve onu bu düalitenin içerisinden çekip almak gerekir. Bunu yine de biraz farklı bir şekilde tasarlamak gerekir: yalnızca başka bir ikilik ile mevcut durumun içerisinden çıkmak imkân dâhilinde olamaz. Ancak aynı zamanda bunun herhangi bir şekilde temel bir değer atfıyla ya da doğrudan doğruya, elbette yine bir ayrıma denk geldiği ölçüde, doğa yaratımıyla olmayacağına dair anlayış da bariz bir şekilde kendini gösterir.
                Psikolojinin ortaya çıkışı, bugünkü mevcut hikâyenin aksine, bir zihin ve beden ayrımının bedeni ve zihni ayırması ölçüsünde psikolojinin de kendisini özerkleştirdiği şeklinde anlaşılmamalı; hatta bu varsayım mümkün olduğu kadar reddedilmelidir. Bir ayrımın içerisinde ortaya çıkan ilişkiler ve bu ayrımı oluşturan her bir parça bir bütünü hiçbir zaman temsil edemez. Beden ile zihnin ayrımı nasıl ki doğrudan doğruya Descartes’la başlamış bir süreci nitelendirmiyorsa ve belki de inancın öne çıkarılması ölçüsünde bedenin geri planda kalmasının bir sonucu olarak uzun dönemdir varsa; bu durumda, yaratılmış, açığa çıkarılmış, varsayılmış olan tüm sınırlar yüzyıllardır hapsedicidir.
                Bu bakımdan, bugünkü anlamıyla ayrımcı, tek boyutlu ve problem yahut çözüm odaklı olarak öne çıkan bir psikolojinin insan türündeki varlığa herhangi bir katkısı olamaz. Bu yalnızca onun, tanımdan kaynaklanan zorunlu bir ayrıma girmek gerekirse, bireysel varlığına sunulmuş ufak bir geçici çözüm olanağı olarak açığa çıkabilir. Bir varlığın nasıl yalnızca terapi ile, birinin yüzüne bakarak değişeceği düşünülebilir? Bir diğer soru hemen bunun akabinde sıkıştırır varlığı: nasıl bir varlık hayatın yalnızca terapi ile yola koyulabileceğini düşünür? Yine, elbette, nasıl bir varlık böyle düşünecek ölçüde varoluşundan kopmuş durumdadır? Burada varoluş, kelime anlamı olarak doğrudan odaklandığı, hiç olmak’tan çıkmış olma durumunu temsil etmiyor. Belki bir hiçlik öne sürülmüş olsaydı o zaman yine belirli ikilikler yaratarak bu işin içerisinden sıyrılmak kolay olurdu; fakat şu anda değil. Bu başlı başına hiçliği reddetme, onun varlığını görmezden gelme anlamına çıkmaz; lâkin hiçliğin durumunun erişilemezliğini kabul etmek olabilir. Heidegger’in düşünüş yoluyla belki hiçlik tuzağının bizi kuşattığı veya çevrelediği bir durumu tahayyül etmenin imkânından söz edilebilir; ancak bu durumun varoluşun dışında gerçekleşmediği konusunda hemfikir olmak zorunlu bir yoldur: ön gereksinim olarak varoluşun dışında bir noktada yaşamak, nefes mümkün olmadığı ölçüde. Kaldı ki, ancak bir nefes yoluyla varlık ilk ölçüde hissedilir.
                Benzer bir yaklaşımın, en azından ilk bakışta, Marx’ın Yahudi Sorunu adlı metninde de ortaya çıktığı görülebilir. Yoğun bir şekilde sivil toplum ve politik toplum ayrımı yapar Marx ve tüm metin aslında bu ayrım üzerinden ilerler. Ancak metin boyunda ikinci planda kalan, çok az görünür olan, açıklanmayan ve yalnızca kendisinden söz edilemezliği yoluyla kavranabilen bir durum vardır. Bu nokta, tam da Marx’ın politik toplumla sivil toplum arasında bir türlü gerçekleşmeyen net ayrımın eksikliğinden yola çıkarak, doğrudan belirtmediği halde, bu ayrımın ortadan kalktığı bir yapıya işaret ettiğini gösterir. Sivil toplum ve politik toplum zorunlu olarak birbirini içerir; öyle ki, politik toplumda sivil toplumun, yani kişisel ve bireysel çıkara yoğunlaşmış yaşayış tarzının doğrudan doğruya bir kuruluşunu görür Marx. Politik toplum insanlar arasındaki farkı varsayar ve ancak bu şekilde kendini kuracak bir zemine sahip olur. Bunun aksi durumu ele alınırsa da görülür ki sivil toplumun temel yasaları, yani temel insani hakları betimleyen maddeler –ki Marx burada Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkmış yasalardan bahseder– zorunlu olarak politik toplumun müdahale edişiyle kendini açığa çıkarabilir. Diğer hakların koruyucusu durumunda olan mülkiyet hakkı bile temel bir politik-toplumsal hususta kesintiye uğratılabilir.
                Marx’ın metnine gömdüğü ve kendinden emin olmasa da beklediğini hissettirdiği durum tam da bu ayrımların kendilerini feshetmesi, lağvetmesidir. Zaten oldukça kötü durumda olan Almanya’nın teolojik tartışmalarının yanı sıra Kuzey Amerika ve Fransa örneklerinde ortaya çıkmış olan teori ve pratik çelişkisi de Marx’ı tatmin etmez. Beklediği, istisnayı şart koşan bu ayrım saplantısının ortadan kalkmasıdır; her ne kadar kendisi de bu yolda ayrımlara başvurmak zorunda kalsa da.
                Eğer –genelde ikili– bir ayırma yoluyla psikolojik farklar ya da toplumsal sorunlara çözümler üretiliyorsa, orada üretilen herhangi bir şey yoktur. Elbette bir şeyler üretmek için değil, fakat varoluşu hissetmek, onun hissiyatını elde etmek amacıyla, yaşamak adına bütüncül bir düşünüşü hayata geçirmek gerekir. Varoluşu politik ya da sivil bir yaşamın varlığı ve kaçınılmazlığı olarak verili bir şekilde almanın imkânsızlığı, bireysel ve toplumsal yahut kültürel ve doğal ayrımlarının keskinleştirdiği şekilde işlemenin olanaksızlığı varlığın yeterince deneyim sahibi olduğu bir husustur. Belki de kısmi bir totolojik vurguyla şunu belirtmek gerekir: varoluş varlıktadır; onda vücut bulur ve onda gerçekleşme aşamasındadır; ve bu bir başlangıç noktası olabilir, özgürlüğün imkânını sunan.
                   
                                                                                                                  Baki Karakaya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder