Nedir uykuyu bölen ve bu şekilde geride bırakan? Öncelikle sorulması gereken şu ki; neyin eksikliği yaşanıyor? Belki bir farkın pozitif ya da negatif değeri ya da yalnızca var olmaklığı. Bu durumda pekâlâ yaşanan eksikliğin eksikliği de olabilir. Öyleyse neyden yola çıkılabilir? Bir gerilimden ya da kat edilemez bir aralıktan? Belki bu yalnızca varılacak yerdir, mümkün oluyorsa.
Hayatı
bireysel hayat ve politik hayat olarak ayırmak yerinde ve gerekli bir hamle
değildir. Tam tersine bu ayrımın gerçekleştiği her noktada yaşamı sıkı sıkıya
savunmak ve onu bu düalitenin içerisinden çekip almak gerekir. Bunu yine de
biraz farklı bir şekilde tasarlamak gerekir: yalnızca başka bir ikilik ile mevcut
durumun içerisinden çıkmak imkân dâhilinde olamaz. Ancak aynı zamanda bunun
herhangi bir şekilde temel bir değer atfıyla ya da doğrudan doğruya, elbette
yine bir ayrıma denk geldiği ölçüde, doğa yaratımıyla olmayacağına dair anlayış
da bariz bir şekilde kendini gösterir.
Psikolojinin
ortaya çıkışı, bugünkü mevcut hikâyenin aksine, bir zihin ve beden ayrımının
bedeni ve zihni ayırması ölçüsünde psikolojinin de kendisini özerkleştirdiği
şeklinde anlaşılmamalı; hatta bu varsayım mümkün olduğu kadar reddedilmelidir.
Bir ayrımın içerisinde ortaya çıkan ilişkiler ve bu ayrımı oluşturan her bir
parça bir bütünü hiçbir zaman temsil edemez. Beden ile zihnin ayrımı nasıl ki
doğrudan doğruya Descartes’la başlamış bir süreci nitelendirmiyorsa ve belki de
inancın öne çıkarılması ölçüsünde bedenin geri planda kalmasının bir sonucu
olarak uzun dönemdir varsa; bu durumda, yaratılmış, açığa çıkarılmış,
varsayılmış olan tüm sınırlar yüzyıllardır hapsedicidir.
Bu
bakımdan, bugünkü anlamıyla ayrımcı, tek boyutlu ve problem yahut çözüm odaklı
olarak öne çıkan bir psikolojinin insan türündeki varlığa herhangi bir katkısı
olamaz. Bu yalnızca onun, tanımdan kaynaklanan zorunlu bir ayrıma girmek
gerekirse, bireysel varlığına sunulmuş ufak bir geçici çözüm olanağı olarak
açığa çıkabilir. Bir varlığın nasıl yalnızca terapi ile, birinin yüzüne bakarak
değişeceği düşünülebilir? Bir diğer soru hemen bunun akabinde sıkıştırır
varlığı: nasıl bir varlık hayatın yalnızca terapi ile yola koyulabileceğini
düşünür? Yine, elbette, nasıl bir varlık böyle düşünecek ölçüde varoluşundan
kopmuş durumdadır? Burada varoluş, kelime anlamı olarak doğrudan odaklandığı,
hiç olmak’tan çıkmış olma durumunu temsil etmiyor. Belki bir hiçlik öne
sürülmüş olsaydı o zaman yine belirli ikilikler yaratarak bu işin içerisinden
sıyrılmak kolay olurdu; fakat şu anda değil. Bu başlı başına hiçliği reddetme,
onun varlığını görmezden gelme anlamına çıkmaz; lâkin hiçliğin durumunun
erişilemezliğini kabul etmek olabilir. Heidegger’in düşünüş yoluyla belki hiçlik
tuzağının bizi kuşattığı veya çevrelediği bir durumu tahayyül etmenin imkânından
söz edilebilir; ancak bu durumun varoluşun dışında gerçekleşmediği konusunda
hemfikir olmak zorunlu bir yoldur: ön gereksinim olarak varoluşun dışında bir
noktada yaşamak, nefes mümkün olmadığı ölçüde. Kaldı ki, ancak bir nefes
yoluyla varlık ilk ölçüde hissedilir.
Benzer
bir yaklaşımın, en azından ilk bakışta, Marx’ın Yahudi Sorunu adlı metninde de
ortaya çıktığı görülebilir. Yoğun bir şekilde sivil toplum ve politik toplum ayrımı
yapar Marx ve tüm metin aslında bu ayrım üzerinden ilerler. Ancak metin boyunda
ikinci planda kalan, çok az görünür olan, açıklanmayan ve yalnızca kendisinden
söz edilemezliği yoluyla kavranabilen bir durum vardır. Bu nokta, tam da
Marx’ın politik toplumla sivil toplum arasında bir türlü gerçekleşmeyen net
ayrımın eksikliğinden yola çıkarak, doğrudan belirtmediği halde, bu ayrımın
ortadan kalktığı bir yapıya işaret ettiğini gösterir. Sivil toplum ve politik
toplum zorunlu olarak birbirini içerir; öyle ki, politik toplumda sivil
toplumun, yani kişisel ve bireysel çıkara yoğunlaşmış yaşayış tarzının doğrudan
doğruya bir kuruluşunu görür Marx. Politik toplum insanlar arasındaki farkı
varsayar ve ancak bu şekilde kendini kuracak bir zemine sahip olur. Bunun aksi
durumu ele alınırsa da görülür ki sivil toplumun temel yasaları, yani temel
insani hakları betimleyen maddeler –ki Marx burada Fransız Devrimi sonrası ortaya
çıkmış yasalardan bahseder– zorunlu olarak politik toplumun müdahale edişiyle
kendini açığa çıkarabilir. Diğer hakların koruyucusu durumunda olan mülkiyet
hakkı bile temel bir politik-toplumsal hususta kesintiye uğratılabilir.
Marx’ın
metnine gömdüğü ve kendinden emin olmasa da beklediğini hissettirdiği durum tam
da bu ayrımların kendilerini feshetmesi, lağvetmesidir. Zaten oldukça kötü
durumda olan Almanya’nın teolojik tartışmalarının yanı sıra Kuzey Amerika ve
Fransa örneklerinde ortaya çıkmış olan teori ve pratik çelişkisi de Marx’ı
tatmin etmez. Beklediği, istisnayı şart koşan bu ayrım saplantısının ortadan kalkmasıdır;
her ne kadar kendisi de bu yolda ayrımlara başvurmak zorunda kalsa da.
Eğer
–genelde ikili– bir ayırma yoluyla psikolojik farklar ya da toplumsal sorunlara
çözümler üretiliyorsa, orada üretilen herhangi bir şey yoktur. Elbette bir
şeyler üretmek için değil, fakat varoluşu hissetmek, onun hissiyatını elde
etmek amacıyla, yaşamak adına bütüncül bir düşünüşü hayata geçirmek gerekir. Varoluşu
politik ya da sivil bir yaşamın varlığı ve kaçınılmazlığı olarak verili bir
şekilde almanın imkânsızlığı, bireysel ve toplumsal yahut kültürel ve doğal
ayrımlarının keskinleştirdiği şekilde işlemenin olanaksızlığı varlığın
yeterince deneyim sahibi olduğu bir husustur. Belki de kısmi bir totolojik
vurguyla şunu belirtmek gerekir: varoluş varlıktadır; onda vücut bulur ve onda
gerçekleşme aşamasındadır; ve bu bir başlangıç noktası olabilir, özgürlüğün
imkânını sunan.
Baki
Karakaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder