Daha önce anlam bakımından bu
çağda bir daralma olduğundan bahsetmiştim. Şimdi bu konuyu daha farklı
noktalardan görmeye, ele almaya çalışacağım.
‘Anlam,’ bizim özne olmamız
anlamına gelir. Öznesiz bir dünya anlayışının biraz ilginç olacağını, bir
cennet veya cehennem manasına geldiğini düşünmek hiç de zor değil. Peki biz
anlamı nasıl buluyoruz? Bizim için anlamı yaratan nedir? Hangi yolu takip
ederek anlamın içine düşüyoruz veya onun bizi kuşatmasına izin veriyoruz; ya da
hangi yolla onu kavrıyoruz, içselleştiriyoruz? Şüphesiz ki bu farklı soruların
en önemli cevabı deneyimden başka bir şeyde bulunamaz. Öznenin özne olarak
deneyimi. Özne haline gelen bilincin deneyimi.
Çok kısa bir şekilde Hegel’de bu
anlamı nasıl okuduğumdan bahsedeyim. Bilinç, duyumsama, yani duyusal kesinlik
veya algı dünyalarından birinde ise henüz soyutlaştırma ve yasa ortaya çıkarma
yetisinden mahrumdur. Bunun en önemli nedeni de nosyonunu karşılayacak bir
noktaya erişememesi, yani deneyiminin onun doğal halini aşacak bir noktaya
ulaşamamasıdır. Evet deneyim bir yabancılaşmadır: çocukluktan, ilkel durumdan,
görünenden, aşikâr olandan ve elbette neyse o olarak gösterdiğini iddia eden bir
bilgiden, anlamın indirgenmesinden uzaklaşmaktır.
Yani klasik doğalcılık falan
olamaz anlamı barındıran. Ne doğa güzellemeleri ne de doğanın ilksel durumundan
bahsetmez bizi anlamı bulmaya sürükleyemez. Apaçık şekilde anlam doğal olanın
yabancılaşmasıdır, mekândaki eşyanın veya duyunun ötesine geçilmesidir. Belki
de en önemlisi, anlam dediğimiz vakit, artık zamanın da görünür olmaya
başlaması, tezahüre gelmesi.
Whitehead şöyle yazıyor:
“Hareketin ayrıntılı dönüşümlerinin karmaşası yerine çekimleri – bilhassa da
yerçekimi yasasını – takdim ederek Doğanın sistematik boyutunu bir hayli
geliştirdi. Ancak sistemin bütün faktörlerini – daha özelde kütle ve çekimi –
ortak-mevcudiyetleri (compresence) için herhangi bir sebepten yoksun
bağlantısız olgular durumunda bıraktı. Böylece büyük bir felsefî hakikati, ölü
bir Doğanın hiçbir sebep sunamayacağını örneklemiş oldu. Bütün nihai sebepler
amaç açısından değere haizdir. Ölü bir Doğa ise hiçbir şeyi amaçlamaz. Değeri
işleyerek kendi yararına var olmaksa yaşamın özüdür. Bu yüzden Newtoncular için
Doğa hiçbir sebep sunmaz, sunamaz. Newton ve Hume’u birleştirerek verimsiz bir
kavram ediniriz; diğer bir deyişle, kendi yorumu için herhangi bir veriden
yoksun bir algı sahası kendi faktörlerinin mutabakatı için herhangi bir
sebepten mahrum bir yorumlama sistemi elde ederiz.”[1]
Geometrik doğa, yani bir boşluğa
yerleştirilen cisimlerin oluşturduğu mekân, bize kendi anlamını verecek koşulda
bulunamaz. Ondan var olan anlam kavrayışımızla bir takım yeni kavrayışlar elde
etmemiz mümkündür; ancak ondan bir kavrayış modelini yeni baştan
şekillendirecek bir anlam beklemek yersizdir. Bu bakımdan, Hume’un nedensellik
konusundaki talihsizliği, insanın ‘alışkanlığına’ göndermede bulunması değil,
tersine, doğanın kendi anlamını sunamayacak şekilde yapılandırılmış olmasıdır.
Her şeyin birbirini bağlayacağı
iddiasının boş uzayda meydana gelmesini beklemez kimse; ancak bu bağlayıcının
zaman olduğunu düşünmek tür olarak insanın yolunu biraz daha belirginleştirir,
aydınlatmaz elbette. Ancak bu şekilde bilincin deneyiminin bir sistem
içerisinde, genişleyerek devam ettiğini söylemek olanak dahilindedir.
Gazâlî ise şöyle ifade ediyor
bunu, her ne kadar ‘akıl’ ile ilgili konuşsa da, “Göz kendini göremez, akıl ise
kendini de başkasını da, kendine ait özellikleri de idrâk eder. Nitekim akıl
kendisini bilici (âlim) ve kudret sahibi olarak idrâk eder; ayrıca kendisinin
bilgi sahibi olduğunu idrâk ettiği gibi kendisinin bilgi sahibi olduğunu bildiğini,
kendisinin bilgi sahibi olduğunu bilişini bildiğini… -sonsuza dek- idrâk eder.
Bu özellik, cisimler vasıtasıyla idrâk eden göz için tasavvur edilemez.”[2]
Bu iki yaklaşımın, sonuçları
elbette farklı olsa da, ifade ettiği ortak nokta geometrik bir duyu dünyasının
sonucunun ne olacağıdır. Yani, anlamın asla orada ortaya çıkamayacağıdır. Göz
kavrayamaz, yalnızca görür; kavrayacak olan akıldan başkası değildir. Tıpkı
bunun gibi, doğayı doğa haline getiren de insanın ondan farklılaşmasının
imkânıdır, yani insanın türsel aklıdır, daha spesifik olarak ele alacak olursak,
bilincidir.
Dolayısıyla felsefe tarihinin bir
bölümü de olması gereken ‘anlam dünyasının’ yok sayılmasıdır. Hegel ile, insan
bilincinin, eyleminin ve deneyiminin işin içine katılmasıyla bir anlam dünyası,
zamanı kendine köprü olarak kurmayı başaran bir anlam dünyası belirmişti. Ancak
bu yaklaşımın da son birkaç on yıldır önceki zamanlarda olduğundan çok daha
fazla aşındırılmaya başladığını görüyoruz.
Dünya yolunu kaybetti ve bu maddi
tarihin başımıza getirdikleri kadar düşünce yapımızdaki sapmalardan da
kaynaklandı. Bölük pörçük düşünceler, tutarsızlıklar ve ‘insanın eksik olduğu’
gerçeğinin radikalize edilmesi ile düşüncenin seyri bozuldu. İnsanın eksikliği
bohemliğin ve yılgının bayrağı haline geldi. Oysa insan hep aynıydı, eksiklik
yeni ortaya çıkmış bir husus değildi. ‘Neyse ki’ varoluşçular bu işin tadını
kaçırana kadar insanın eksikliğine odaklandılar da, böyle mümkün oldu
anlamsızlığın yaygınlaşması, yeni bir dinin böyle serpilmesi.
Söz konusu olan yalnızca
insanların buna uyum sağlaması ve maddi koşulların da bunlarla gayet uyumlu bir
şekilde var olması değil, bu bakışın artık başladığı noktadan daha geriye
düşmüş olması. Nedir bu nokta? Sonluluk. Son ile başlar ve devam ederler; oysa
onların, yani varoluşçuların, en büyük sorunsalları daima sınırlılık olarak ele
aldıkları yaşamın tekliğidir. İsmet Özel’in şu dizeleri gelir onlarla
karşılaştığımızda aklımıza: “ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan /
tenimin olanca ağırlığı yokoldu.”[3]
İşte vazgeçilmez ve, aynı zamanda, umursanmaz, anlamsız ve absürt yaşam.
Varoluşçuların sürekli sınırdan bahsetmelerine rağmen sonsuzluk ile
karşılaşmamış olmaları üzüntü verici. Şu bakımdan üzüntü verici: böylece
sınırı, tam anlamıyla, sınırın ötesi hakkında herhangi bir fikre sahip olmadan
çekmek zorunda kalıyorlar. Yani içten örülmüş, yerini bilmeyen ve çocukça bir
sınır bu. Sürekli ham meyve yiyerek meyvenin tadının o olduğuna inanmaktan
farksız bir durum ne yazık ki. Teleolojinin olmadığı, amaçtan muaflığın kendini
gösterdiği yerde bohemliğin içerisinde kendini tezahür ettirdiği böylesi ‘ham’
ideolojilerle karşılaşmak olası.
O halde, şu sorunlardan dolayı varoluşçuluğu
anlam dünyasına dahil olamayacak bir nazariye olarak düşünmek mümkün: sınır
durumunu bir ilişkisellik içinde kuramamasından ötürü, yani sonsuzluğu
sonluluğu kurabilecek bir nokta olarak düşünmemek ve dolayısıyla bilincin
yönelebileceği bu kavram çiftini eritmek; diğeri ise, elbette, gayeden yoksun
bir hayat anlayışının doğal olarak anlamsızlık içerisinde zuhur etmesi.
Öyleyse, bu kavrayışın bir
sonucudur dünyanın dört bir yanına böcek gibi serpilmiş insanın biyolojik yaşam
alanında kalması ve onun ötesine geçememesi. Yine bu anlayıştan neşet eder,
dünyanın anlamsızlık içinde savrulması, bağlamsızlık ve parçalanmış düşünceler.
Hangi alana bakarsak bakalım,
göreceğimiz tam olarak budur. İnsanlık durumundan kendini yitirmiş bir
insanlık. Örneklemek gerekirse, talep
edilen müzik parçalarına bakılabilir. Hem geçmişteki taleplerle şu anki taleplerin
farklılığından görülecek, hem de şu an müzik yapan sanatçılardan hangilerinin
(aynı türde müzik yapanlar özellikle) öne çıktığının fark edilmesiyle idrak
edilecek olan şudur: anlamsızlık hayatı ele geçirmiş durumdadır. Büyük Ev
Ablukada isimli grubun şarkılarını varoluşçu bir perspektif ile okumaya yönelik
bir çalışma oldu, başarılı olmuş olabilirler. Ancak anlamın bütünselliğini
kaçırmış, kendilerini bağlamı olmayan bir bulutun üzerinde dans ediyorken
bulmuş olmaları da olasıdır. Buna karşılık, yine örnek olarak, Peyk isimli
grubun şarkılarındaki anlam trafiğinin pek alıcısı yoktur: çünkü gerçeğin
alıcısı yoktur bugün. ‘Köleler ve Kilitler’ isimli şarkılarını örnek olarak
vermek mümkün gerçekliğin bir parçasına nüfuz etmesi açısından.
Aynı problem rap müzikte de
varmış, duyduğuma göre. Yalnızca fonetik hayranı post-modern Ahmet Haşim’ler ve
onlara karşı giderek güç kaybeden, bilinçli veya bilinçsiz, içerikçiler… Bunun
yanında, türler arası farklara da bakmak mümkün. Bazı türler, Türk Sanat
Mûsikîsi örneğin, içerik olarak bugünün türlerinden çok daha geniş ve anlamlı
bir kavrayış sunabildiği halde toprağa gömüldü.
Yalnızca müzikte değil, edebiyat
ve daha birçok konuda da bunun bu şekilde ilerleyebileceğini görüyoruz. Düşünce
alanında “Credo quia absurdum”[4]
ile belirmiş olan, insanı insanlık düzeyinde tutamaz. Bizim sözünü ettiğimiz
inanmadaki sorun değildir, yalnızca inanmanın dahi anlam bağından böylece
koparılıyor oluşudur.
[1] Alfred
North Whitehead, (2018), Doğa ve Yaşam, çev. Sercan Çalcı, İstanbul:
Öteki Yayınevi.
[2] İmam
Gazâlî, (2017), Nur Metafiziği (Mişkâtü’l Envâr), çev. Asım
Cüneyd Köksal, İstanbul: Büyüyenay Yayınları.
[3] İsmet
Özel, (2017), Erbain – Kırk Yılın Şiirleri, İstanbul: TİYO.
[4]
İnanıyorum, çünkü saçma.