7.29.2019

ANLAM – 2


Daha önce anlam bakımından bu çağda bir daralma olduğundan bahsetmiştim. Şimdi bu konuyu daha farklı noktalardan görmeye, ele almaya çalışacağım.
‘Anlam,’ bizim özne olmamız anlamına gelir. Öznesiz bir dünya anlayışının biraz ilginç olacağını, bir cennet veya cehennem manasına geldiğini düşünmek hiç de zor değil. Peki biz anlamı nasıl buluyoruz? Bizim için anlamı yaratan nedir? Hangi yolu takip ederek anlamın içine düşüyoruz veya onun bizi kuşatmasına izin veriyoruz; ya da hangi yolla onu kavrıyoruz, içselleştiriyoruz? Şüphesiz ki bu farklı soruların en önemli cevabı deneyimden başka bir şeyde bulunamaz. Öznenin özne olarak deneyimi. Özne haline gelen bilincin deneyimi.
Çok kısa bir şekilde Hegel’de bu anlamı nasıl okuduğumdan bahsedeyim. Bilinç, duyumsama, yani duyusal kesinlik veya algı dünyalarından birinde ise henüz soyutlaştırma ve yasa ortaya çıkarma yetisinden mahrumdur. Bunun en önemli nedeni de nosyonunu karşılayacak bir noktaya erişememesi, yani deneyiminin onun doğal halini aşacak bir noktaya ulaşamamasıdır. Evet deneyim bir yabancılaşmadır: çocukluktan, ilkel durumdan, görünenden, aşikâr olandan ve elbette neyse o olarak gösterdiğini iddia eden bir bilgiden, anlamın indirgenmesinden uzaklaşmaktır.
Yani klasik doğalcılık falan olamaz anlamı barındıran. Ne doğa güzellemeleri ne de doğanın ilksel durumundan bahsetmez bizi anlamı bulmaya sürükleyemez. Apaçık şekilde anlam doğal olanın yabancılaşmasıdır, mekândaki eşyanın veya duyunun ötesine geçilmesidir. Belki de en önemlisi, anlam dediğimiz vakit, artık zamanın da görünür olmaya başlaması, tezahüre gelmesi.
Whitehead şöyle yazıyor: “Hareketin ayrıntılı dönüşümlerinin karmaşası yerine çekimleri – bilhassa da yerçekimi yasasını – takdim ederek Doğanın sistematik boyutunu bir hayli geliştirdi. Ancak sistemin bütün faktörlerini – daha özelde kütle ve çekimi – ortak-mevcudiyetleri (compresence) için herhangi bir sebepten yoksun bağlantısız olgular durumunda bıraktı. Böylece büyük bir felsefî hakikati, ölü bir Doğanın hiçbir sebep sunamayacağını örneklemiş oldu. Bütün nihai sebepler amaç açısından değere haizdir. Ölü bir Doğa ise hiçbir şeyi amaçlamaz. Değeri işleyerek kendi yararına var olmaksa yaşamın özüdür. Bu yüzden Newtoncular için Doğa hiçbir sebep sunmaz, sunamaz. Newton ve Hume’u birleştirerek verimsiz bir kavram ediniriz; diğer bir deyişle, kendi yorumu için herhangi bir veriden yoksun bir algı sahası kendi faktörlerinin mutabakatı için herhangi bir sebepten mahrum bir yorumlama sistemi elde ederiz.”[1]
Geometrik doğa, yani bir boşluğa yerleştirilen cisimlerin oluşturduğu mekân, bize kendi anlamını verecek koşulda bulunamaz. Ondan var olan anlam kavrayışımızla bir takım yeni kavrayışlar elde etmemiz mümkündür; ancak ondan bir kavrayış modelini yeni baştan şekillendirecek bir anlam beklemek yersizdir. Bu bakımdan, Hume’un nedensellik konusundaki talihsizliği, insanın ‘alışkanlığına’ göndermede bulunması değil, tersine, doğanın kendi anlamını sunamayacak şekilde yapılandırılmış olmasıdır.
Her şeyin birbirini bağlayacağı iddiasının boş uzayda meydana gelmesini beklemez kimse; ancak bu bağlayıcının zaman olduğunu düşünmek tür olarak insanın yolunu biraz daha belirginleştirir, aydınlatmaz elbette. Ancak bu şekilde bilincin deneyiminin bir sistem içerisinde, genişleyerek devam ettiğini söylemek olanak dahilindedir.
Gazâlî ise şöyle ifade ediyor bunu, her ne kadar ‘akıl’ ile ilgili konuşsa da, “Göz kendini göremez, akıl ise kendini de başkasını da, kendine ait özellikleri de idrâk eder. Nitekim akıl kendisini bilici (âlim) ve kudret sahibi olarak idrâk eder; ayrıca kendisinin bilgi sahibi olduğunu idrâk ettiği gibi kendisinin bilgi sahibi olduğunu bildiğini, kendisinin bilgi sahibi olduğunu bilişini bildiğini… -sonsuza dek- idrâk eder. Bu özellik, cisimler vasıtasıyla idrâk eden göz için tasavvur edilemez.”[2]
Bu iki yaklaşımın, sonuçları elbette farklı olsa da, ifade ettiği ortak nokta geometrik bir duyu dünyasının sonucunun ne olacağıdır. Yani, anlamın asla orada ortaya çıkamayacağıdır. Göz kavrayamaz, yalnızca görür; kavrayacak olan akıldan başkası değildir. Tıpkı bunun gibi, doğayı doğa haline getiren de insanın ondan farklılaşmasının imkânıdır, yani insanın türsel aklıdır, daha spesifik olarak ele alacak olursak, bilincidir.
Dolayısıyla felsefe tarihinin bir bölümü de olması gereken ‘anlam dünyasının’ yok sayılmasıdır. Hegel ile, insan bilincinin, eyleminin ve deneyiminin işin içine katılmasıyla bir anlam dünyası, zamanı kendine köprü olarak kurmayı başaran bir anlam dünyası belirmişti. Ancak bu yaklaşımın da son birkaç on yıldır önceki zamanlarda olduğundan çok daha fazla aşındırılmaya başladığını görüyoruz.
Dünya yolunu kaybetti ve bu maddi tarihin başımıza getirdikleri kadar düşünce yapımızdaki sapmalardan da kaynaklandı. Bölük pörçük düşünceler, tutarsızlıklar ve ‘insanın eksik olduğu’ gerçeğinin radikalize edilmesi ile düşüncenin seyri bozuldu. İnsanın eksikliği bohemliğin ve yılgının bayrağı haline geldi. Oysa insan hep aynıydı, eksiklik yeni ortaya çıkmış bir husus değildi. ‘Neyse ki’ varoluşçular bu işin tadını kaçırana kadar insanın eksikliğine odaklandılar da, böyle mümkün oldu anlamsızlığın yaygınlaşması, yeni bir dinin böyle serpilmesi.
Söz konusu olan yalnızca insanların buna uyum sağlaması ve maddi koşulların da bunlarla gayet uyumlu bir şekilde var olması değil, bu bakışın artık başladığı noktadan daha geriye düşmüş olması. Nedir bu nokta? Sonluluk. Son ile başlar ve devam ederler; oysa onların, yani varoluşçuların, en büyük sorunsalları daima sınırlılık olarak ele aldıkları yaşamın tekliğidir. İsmet Özel’in şu dizeleri gelir onlarla karşılaştığımızda aklımıza: “ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan / tenimin olanca ağırlığı yokoldu.”[3] İşte vazgeçilmez ve, aynı zamanda, umursanmaz, anlamsız ve absürt yaşam. Varoluşçuların sürekli sınırdan bahsetmelerine rağmen sonsuzluk ile karşılaşmamış olmaları üzüntü verici. Şu bakımdan üzüntü verici: böylece sınırı, tam anlamıyla, sınırın ötesi hakkında herhangi bir fikre sahip olmadan çekmek zorunda kalıyorlar. Yani içten örülmüş, yerini bilmeyen ve çocukça bir sınır bu. Sürekli ham meyve yiyerek meyvenin tadının o olduğuna inanmaktan farksız bir durum ne yazık ki. Teleolojinin olmadığı, amaçtan muaflığın kendini gösterdiği yerde bohemliğin içerisinde kendini tezahür ettirdiği böylesi ‘ham’ ideolojilerle karşılaşmak olası.
O halde, şu sorunlardan dolayı varoluşçuluğu anlam dünyasına dahil olamayacak bir nazariye olarak düşünmek mümkün: sınır durumunu bir ilişkisellik içinde kuramamasından ötürü, yani sonsuzluğu sonluluğu kurabilecek bir nokta olarak düşünmemek ve dolayısıyla bilincin yönelebileceği bu kavram çiftini eritmek; diğeri ise, elbette, gayeden yoksun bir hayat anlayışının doğal olarak anlamsızlık içerisinde zuhur etmesi.
Öyleyse, bu kavrayışın bir sonucudur dünyanın dört bir yanına böcek gibi serpilmiş insanın biyolojik yaşam alanında kalması ve onun ötesine geçememesi. Yine bu anlayıştan neşet eder, dünyanın anlamsızlık içinde savrulması, bağlamsızlık ve parçalanmış düşünceler.
Hangi alana bakarsak bakalım, göreceğimiz tam olarak budur. İnsanlık durumundan kendini yitirmiş bir insanlık.  Örneklemek gerekirse, talep edilen müzik parçalarına bakılabilir. Hem geçmişteki taleplerle şu anki taleplerin farklılığından görülecek, hem de şu an müzik yapan sanatçılardan hangilerinin (aynı türde müzik yapanlar özellikle) öne çıktığının fark edilmesiyle idrak edilecek olan şudur: anlamsızlık hayatı ele geçirmiş durumdadır. Büyük Ev Ablukada isimli grubun şarkılarını varoluşçu bir perspektif ile okumaya yönelik bir çalışma oldu, başarılı olmuş olabilirler. Ancak anlamın bütünselliğini kaçırmış, kendilerini bağlamı olmayan bir bulutun üzerinde dans ediyorken bulmuş olmaları da olasıdır. Buna karşılık, yine örnek olarak, Peyk isimli grubun şarkılarındaki anlam trafiğinin pek alıcısı yoktur: çünkü gerçeğin alıcısı yoktur bugün. ‘Köleler ve Kilitler’ isimli şarkılarını örnek olarak vermek mümkün gerçekliğin bir parçasına nüfuz etmesi açısından.
Aynı problem rap müzikte de varmış, duyduğuma göre. Yalnızca fonetik hayranı post-modern Ahmet Haşim’ler ve onlara karşı giderek güç kaybeden, bilinçli veya bilinçsiz, içerikçiler… Bunun yanında, türler arası farklara da bakmak mümkün. Bazı türler, Türk Sanat Mûsikîsi örneğin, içerik olarak bugünün türlerinden çok daha geniş ve anlamlı bir kavrayış sunabildiği halde toprağa gömüldü.
Yalnızca müzikte değil, edebiyat ve daha birçok konuda da bunun bu şekilde ilerleyebileceğini görüyoruz. Düşünce alanında “Credo quia absurdum”[4] ile belirmiş olan, insanı insanlık düzeyinde tutamaz. Bizim sözünü ettiğimiz inanmadaki sorun değildir, yalnızca inanmanın dahi anlam bağından böylece koparılıyor oluşudur. 


[1] Alfred North Whitehead, (2018), Doğa ve Yaşam, çev. Sercan Çalcı, İstanbul: Öteki Yayınevi.
[2] İmam Gazâlî, (2017), Nur Metafiziği (Mişkâtü’l Envâr), çev. Asım Cüneyd Köksal, İstanbul: Büyüyenay Yayınları.
[3] İsmet Özel, (2017), Erbain – Kırk Yılın Şiirleri, İstanbul: TİYO.
[4] İnanıyorum, çünkü saçma.