“At night all cows are
black.”
Yukarıdaki bir Yiddiş atasözü.
Farkın bazı durumlarda nasıl kapandığını belirtmek için kullanılıyor.
Birbirinden farklı olarak düşünülen varlıklar bazı durumlarda farklarının fark
edilemeyeceği bir noktada bulunabilir. Daha sonra Hegel aynı sözü Tinin Fenomenolojisi’nin
giriş bölümünde Schelling felsefesinin mutlak [Absolute] kavramını eleştirmek için kullanır. Eğer bir mutlak
yoluyla bilmeye karar verirsek aslında bilmek elde değildir. Zaten genel
hatlarıyla Schelling için bilmek değil ancak sezmek mümkündür. Belki de kısmen
doğru. Fakat bir şeyin bir anlamda kendisi olarak ve dışarıda hiçbir şey
bırakmadan sezmek ne kadar mümkün? Hegel farkı ister ve arar. Fark olması
indirgenemez olma ihtimalini açtığı gibi bunlar arasında içsel ve zorunlu bir
bağ bulundurma imkânını da ortaya çıkarır. Dolayısıyla önemli olan aslında
bilme edimini hangi zeminde gerçekleştireceğidir insanın. Kant gibi bir şeyi
zorunlu olarak dışlayarak ve ulaşılamaz kılarak da bilme ediminin yolu
açılabilir; ancak bu bilmede dışsal olan bir şeyler vardır ve asla birbirine
temas edemez. Bu durumda bir yerde yerleşmiş olan ‘ben’in kendisi dışında olan
bir şeyin ulaşılamaz olduğunu [Ding an
sich] bilmesi de kulağa biraz trajik gelir. Öyle ya, bize tamamen dışsal
olanı nasıl bilebiliriz? Bu nedenle Hegel’de içsel bir diyalektik daima işlemek
zorundadır. Hegel’in bu örneği kullanmasında etkili olan da elbette
Schelling’in bilme edimine asla yol açmayacak olan kavramıdır. Yani mutlak
karanlıkta her şey karanlıktır. Tıpkı bunun gibi, mutlak aydınlık isteyenlerin
ulaşacağı yegâne nokta, gözleri kör eden, her noktanın kendindeliğini silen bir
ışık olur. Öyle bir ışıktır ki bu, hiçbir şeyin görülmesi mümkün olmaz orada.
Nereye dönüldü? Yeniden farkın silindiği noktaya, her kimse ister mutlak
karanlık olarak ister cehennem olarak adlandırsın bu noktayı.
Peki bilme hastalığının kendisini
nasıl açıklamak gerekir? Sınırsız, sonsuz bilmek; her şeyi, her zaman için
bilmek… Aklın sınırından dolayı değil, aklın sınırından bahsetmek geçersiz bir
mazeret; sınırından bahsetmek için ötesini de bilmek gerekir. Ötesi var mı?
Bilinmez.
Bilmek
insanın etrafına duvar örecektir, tıpkı kurallar gibi. Tekinsizliği ve
tereddüdü kırmanın bir yoludur. Aynı zamanda, insanın kendi varlığından
uzaklaşmasına da sebep olur. Varlıkla ve dünyayla direkt olarak kurulacak bir
bağın engellenmesine neden olur. Mutlak olarak bilme istenci bu nedenle
trajikomik durumlar yaratır: yolda yürüyememek. Dolayısıyla insanın varlığıyla
arasına gerekli olanın dışında bir boşluk koyması anlamına gelir; insan kendini
bir bilme nesnesi olarak ele almaya başlar. Aynı zamanda kendini bunun dışında
tutarak yeryüzünde var olmaya başlar. Bilmek değil ama mutlak olarak bilme
istenci aptallaştırır. Buna en büyük örnek de akademidir. Bilginin bir öz
haline gelmesi insanın kendi özünün tüm değerlerini ona yüklemesiyle
sonuçlanır: ahlaksız, tutarsız, dışsal bir yaşam formu kalır geriye. Sonuçta
bilgi, bilindiği varsayılmadan bilinebilecek bir şey değildir.