Rumuz: Şaşıran Damla (yarışmaya bu rumuzla katıldığım ve bana komik geldiği için silmek istemedim.)
Tablo: Johan Christian Dahl - Blick auf Dresden bei Mondschein (View of Dresden by Moonlight)
Dresden Almanya’da Saksonya eyaletinin baş şehridir. Dresden’i etrafındaki ve belki de dünyadaki birçok şehirden ayıran önemli bir özelliği var. Bu bahsi daha sonraya saklamak isterim. Öncesinde Dresden’in genel konumu ve önemine kısaca değinmekte fayda var. Daha sonra ise, Evliya Çelebi’nin yaptığı gibi, şehirdeki yapılara ve onların teknik özelliklerine değinmekte fayda var, ancak bunu yalnızca alan bana izin verdiği ölçüde yapacağım.
Dresden’e Leipzig’den otobüsle geçtim. Bir buçuk veya iki saatlik bir yolculuktan sonra Dresden’e ulaştım. Şehrin, otobüsün insanları indirdiği noktadan itibaren onları saran bir görüntüsü vardı. Tarihi dokusunu oldukça yoğun şekilde koruyan Dresden, insanlara tarihin tozlu sayfalarında dolaşmak imkânını veriyordu. Yüz yıllardır Saksonya’nın merkezi olduğu, yani önce Saksonya Krallığı’nın başkenti, sonrasında ise Saksonya eyaletinin baş şehri olduğu için, Dresden’de zımni bir resmi hava olsa da, aslında bu durum bizzat şehrin fehametini arttıran ve şehirdeki doğal ve tarihi görünüşü oturaklı hale getiren bir etkiye tekabül ediyordu. Dolayısıyla Almanya’nın ve Saksonya’nın doğusundaki bu şehir, kimilerince bayağı bir “ırkçılık” merkezi olarak ele alınan bu yerleşim yeri bizzat Almanya içinde de kendi ayrı tarihiyle öne çıkmış ve asırlar boyunca Saksonya’ya öncülük etmiştir. Şehre konumunun sağladığı başka bir avantaj da elbette iki anlamda bir kapı veya geçiş noktası olarak öne çıkmasında bulunabilir. Dresden, hem tarihsel olarak Doğu Avrupa ile Batı Avrupa arasında bir sınır şehridir hem de topografik olarak üzerine kurulduğu Elbe Nehri’nin tüm imkânlarından faydalanabilir. Doğu ile Batı Avrupa arasındaki köprü vazifesi Almanya’nın ikiye bölündüğü İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde özellikle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle şehir Orta Avrupa için önemli bir ulaşım kavşağı ve kıymetli bir ekonomik merkezdir.
Dresden’de birbirinden kıymetli onlarca tarihi yapı mevcuttur. Bunlardan en dikkate şayan olanları Frauenkirche, Dresdner Zwinger, Semperoper, Residenzschloss, Katholische Hofkirche, Sächsische Staatskanzlei, Brühlsche Terrasse, Fürstenzug gibi eserlerdir. Bunların yanında birçok müze de şehri adeta bir kültür merkezine çevirmiştir. Bunlar, Askeri Tarih Müzesi’nden Ulaşım Müzesi’ne, Hijyen Müzesi’nden Resim Galerisi’ne kadar farklı alanlarda ve farklı içeriklerle geniş bir kültürel aktivite imkânı sunar.
Dresdner Zwinger ortasında geniş bir bahçe bulunan büyük bir yapıdır. Duvarlarının üstü bahçeye ve dışarı doğru bakan birçok heykelle süslenmiştir. Her ne kadar kelime anlamı olarak sarayın dış duvarlarıyla iç duvarları arasında uzanan yapı anlamına gelse de, Dresdner Zwinger aslında bir saray avlusu olarak tasarlanmamıştır ve bu bakımdan kendine has bir yapıdır. Yine de yapımından önce böyle bir işlev için kullanılan alana inşa edilmiştir. Kuvvetli Augustus, Demir Yumruk ve Sakson Herkül’ü olarak anılan Augustus’un emriyle inşa edilmiş olan Dresdner Zwinger, bir bakıma onun kendine özel bir hükümdarlık nişanesi olarak ortaya çıkmıştır. Zwinger’dan çıktıktan sonra hemen onun yanında Semperoper’i gördüm. Semperoper, Zwinger’ın Elbe’nin kıyısına kadar uzandığı zamanlarda onun içerisinde bulunan ancak daha sonra ondan alınan alan üzerine inşa edilmiştir ve opera binası olarak kullanılır. 1841’de inşa edilmiş olmasına rağmen kısa bir süre sonra yanmış ve ilk mimarı tarafından 1869’da yeniden yapılmıştır. Barok öğelerin süslediği Dresdner Zwinger’ın aksine Semperoper çok daha klasik bir görünüm vermektedir. Dolayısıyla binanın dışında süslü detaylardan ve heykellerin yoğun kullanımından uzak durulmuş, binanın içinde ise erken Rönesans, Barok ve klasik Korint süslemeler kullanılmıştır. Dresden şehrini temsil eden, şehrin en temel meydanlarından biri olan Tiyatro Meydanı’nda konumlanmış olan ve Sakson Devlet Operası ve Sakson Devlet Orkestrası’nın evi olarak hizmet vermekte olan Semperoper, ismini mimarı Gottfried Semper’dan almıştır. Semperoper’in bulunduğu Tiyatro Meydanı aynı zamanda Kral Johann’ın anıtına da ev sahipliği yapar.
Semperoper ve Kral Johann’ın anıtından sonra arkamı döner dönmez Dresden Katedrali veya diğer adıyla Katolik Şapeli (Katolische Hofkirche) ile karşılaştım. Aşırı derecede gösterişli bir bina olmamasına rağmen şehrin duruşunda sembolik etkisi olan yapılardandır ve şehrin dikey bir mimari izlenim yaratmasına katkıda bulunmuştur. Zira sürekli olarak sütunlarla yukarı doğru çıkarılan ve yukarı çıktıkça darlaşan bir yapısı vardır. Aynı zamanda söz konusu Katolik Şapelini yaptıran Kuvvetli Augustus’un oğlu III. Augustus’tur. Dolayısıyla bu binayı gördüğümde Protestanlık inancının yayılmaya başladığı yer olarak bilinen Dresden’in ve Doğu Almanya’nın bir bakıma bu şapel ile yöneticiler tarafından tekrar Katolik bir inanca davet edildiğini düşündüm. Ancak yine de bu şapel kendisinden yalnızca birkaç yıl önce yapılan Frauenkirche’nin tanınırlığına asla erişemez. Frauenkirche (Kadınlar Kilisesi) Protestan inancının tüm Avrupa’daki en önemli merkezlerinden biri olarak öne çıkar. Büyük kubbesiyle görenleri kendisine hayran bırakan Frauenkirche, aynı zamanda sembolik olarak Protestanlık için bir kale izlenimi yaratır. Katolik Şapeli ile yaklaşık olarak aynı zamanlarda yapılan Frauenkirche, önünde yer alan Martin Luther heykeli ile işlevini tam olarak yerine getirdiği izlenimini yaratır. Aynı zamanda Katoliklik ile Protestanlık arasındaki savaşın Katolik Şapeli ile Frauenkirche arasında da yaşandığını düşünmek mümkündür. Zira Katolik Şapeli oldukça karanlık bir iç alan sunarken Frauenkirche’nin içi bir cami kadar aydınlıktır. Bunun önemini elbette Dresden halkı da en az benim kadar fark etmiş olmalı ki Katolik Şapeli’nde Dresdenlilere rast gelmek zorken Frauenkirche’nin hemen her tarafında Dresdenliler ve özellikle de genç vatandaşlar bulunuyordu.
Ayrıca şunu da belirtmeden geçmek istemem: Dresden’de Frauenkirche’nin çevresinde kendisinden daha uzun bir yapı yoktu. Bunun nedenini düşündüğümde elbette cevap kendini bana hızlı bir şekilde ve açıkça gösterdi. Söz konusu yapı, yani Frauenkirche, şehrin inancını ifade etmekle kalmıyor, aynı zamanda bunun ne kadar yüce bir durum olduğunun ikazını veriyordu. Yani bir şehirde en yüksek bina ne ise bir anlamda sembolik olarak o şehir onun etkisindedir. Bu bakımdan bizim şehirlerimizle Dresden’i bir mukayese etmeğe kalkıştım. Ancak karşıma çıkacak sonuçları az çok kestirebildiğim için bunu yapmaktan kaçındım. Zira bizde bir viyadük bile camiden daha yüksek olabilir, Haliç’te bunun bir-iki örneğini görmek mümkündür.
Frauenkirche Dresden’in sembolüdür. Bazı tablolarda resmedilen şehrin Dresden olduğunu anlayabilmek için Frauenkirche’yi bilmek yeterlidir. Dolayısıyla aslında Dresden dendiğinde bir kimsenin aklına gelen temel şeylerden biri Frauenkirche ve onun büyük kubbesidir. Bu tablolardan sanıyorum ki en ünlüsü Johan Christian Dahl tarafından çizilmiş, benim de pek sevdiğim bir tablo olan Ay Işığında Dresden Manzarası’dır. Bir şehirle bir yapının bu derecede özdeşleşmesi ve bu yapının şehri tanımlar hale gelmesi kültürel bir sürekliliğe de işaret eder. Söz konusu süreklilik bir bakıma kolektif bir hafıza oluşturur ve bunun oluşumunda bahsettiğim özdeşleşmiş yapının varlığı elzemdir. Söz konusu kültürel ve kolektif hafızayı tutmak için ise tarihsel olanın vatandaşlara aktarılması oldukça önemlidir. Bu nedenle Dresden’de, tesadüfe bakın ki tam da Katolik Şapeli ile Frauenkirche’yi birbirine bağlayan caddede, tüm sokak boyunca uzanan bir Dresden’de hüküm süren hükümdarlar tasviri vardır. Her bir hükümdar ayrı ayrı resmedilmiş, genellikle atının üstünde ve ciddi bir yüz ifadesi ile duvara nakşedilmiştir. Bu yapının adı Fürstenzug (hükümdarlar yolu) olarak anılır. Aynı zamanda bu, kronolojik bir sıraya göre yapıldığı için, caddenin bir ucundan başlayıp diğer ucundan çıktığımda tüm hükümdarları görmüş oldum. Kültürel bir süreklilik ve toplumsal bir hafıza için bu caddenin şehrin en önemli sokaklarından biri olduğu izlenimimi paylaşmadan geçemeyeceğim.
Ve elbette, alanımın kısıtlılığından dolayı, burada son bahsedeceğim husus Elbe nehrinin kendinden emin ve anaç akışı olacak. Dresden dendiğinde Frauenkirche’den daha fazla akla gelen tek şey Elbe nehri olabilir. Elbe nehrinin üzerine kurulmuş olan şehrin, nehrin akışıyla kendini bulduğunu, onun rengine göre kendi durumunu değiştirdiğini düşünmek işten bile değildi. Özellikle Elbe nehrini Brühlsche Terrasse’den izlemek kadar insanı rahatlatan çok az şey olduğunu ifade etmeden geçmek istemem. Okuyucunun bu ifademin yalnızca mübalağadan ibaret olduğunu düşünmemesini sağlamak adına terası kısaca tanımlamak istiyorum. Terasa Frauenkirche’den kolayca gidilebiliyor. Teras denilen yeri bir binanın üstü olarak düşünmek yanlış olur. Burası, köprüden gelmediğimiz müddetçe, yalnızca şehrin normal bir kaldırımı gibi duruyor. Ancak ucuna kadar vardığımızda bir yükseltisi olduğunu ve aslında Elbe nehrinin izlenmesi için yapıldığını anlayabiliyoruz. Nehir ile teras arasında yol var, ancak bu yol nehir seviyesine çok yakın bir seviyede, dolayısıyla manzarayı bozamıyor. Terastaki birçok banktan birine oturup nehre uzun uzun bakmamızın önünde hiçbir engel yok. Üstelik Elbe nehri oldukça geniş bir nehir olduğu için üzerindeki su taşıtlarını da izleyebiliyoruz. Banklarda oturduğumda bana hafif bir rüzgâr eşlik etmişti. Terasın hemen arkasındaki Albertinum isimli sanat müzesinden çıkanlar için bu terasın ne büyük nimet olduğunu anlatmaya hem alanımın kısıtlı olmasından hem de bunun tamamen başka bir konu olmasından dolayı cüret edemeyeceğim. Ancak Brühlsche Terrasse’den Elbe nehrine bakmak, belki okurun en kısa şekilde anlamasına veya o duyguyu hissetmesine müsaade edebilecek bir benzetme olarak, eşsiz bir güzelliğe, hem yücelikten kaynaklanan şaşkınlık ile korkuyu hem de izleyicide veya görende zuhur eden büyülenmişliği ifade ettiğinden, uzun uzun bakmaktan farksızdır.
Dresden bu günkü Dresden olabilir miydi, İkinci Dünya Savaşı’nın bir bölümünde taş üstünde taş kalmayasıya yıkılmasaydı eğer? Bunun cevabını vermek güç. Ancak kesin olan tek bir şey var: Dresden her zaman için kültürel, ekonomik, topografik ve politik olarak bölgedeki en önemli şehirlerden biri olmuştur ve bugün bize sunduğu şey bu geniş tarihin bir yansımasıdır. Elbette İkinci Dünya Savaşı’nda Dresden’i bombalayan Müttefik Devletler’in hedefinde savaşı bitirmekten daha fazlası olduğunu iddia etmek mümkündür. Ancak ne olursa olsun sonuçta Dresden, Doğu Almanya tecrübesini de yaşayarak, kültürel birikimine ve toplumsal hafızasına bir başka şey eklemiştir ve bu onu mevcut bulunduğu bölgede daha da ileri taşımıştır. Kültürel bir gezinin olmazsa olmazlarından biri haline gelebilecek bir şehirdir Dresden.